8 Aralık 2010 Çarşamba

Sana yeterli olanı diliyorum...


" Bu yakınlarda bir babanın ve kızının havaalanında vedaşalırkenki son dakikalarına kulak misafiri oldum.. Kalkış zamanının geldiği anons edildi.

Güvenlik kapısının yanında dururken birbirlerine sarıldılar Baba şöyle dedi

“Seni seviyorum ve sana yeterli olanı (yeterli olan şeyi) diliyorum”

Kızı cevap verdi;

‘Baba, beraber geçirdiğimiz bu hayat bana yetti de arttı bile. Sevgin her zaman ihtiyacım olan tek şeydi.. Sana da her zaman yeterli olanı diliyorum Baba’.

Öpüştüler ve kız ayrıldı. Baba oturmakta olduğum sandalyenin yanına yürüdü. Orada ağlamak istediğini ve ağlamaya ihtiyacı olduğunu gördüm.. Rahatsız etmek istemeyerek onu kendisiyle başbaşa bırakmak istedim, ancak o bana şöyle sordu ‘Hiç birisine sonsuza dek geçerli olduğunu bilerek Veda ettiğiniz oldu mu? ‘Evet’ diye cevap verdim. ‘Sorduğum için bağışlayın ancak bu neden sonsuza dek geçerli olan bir Veda?’
‘Ben yaşlıyım ve o çok uzakta yaşıyor. Önümde başa çıkmam gereken zorluklar var ve gerçek şu ki bir sonraki seyahatini benim cenazeme gelmek için yapıyor olacak’ dedi.
‘Veda ederken sizi şöyle söylerken duydum,

‘Sana yeterli olanı diliyorum’ ‘ Bu ne anlama geliyor acaba?’
Gülümsemeye başladı. ‘Bu diğer nesillerden bize geçmiş olan bir dilek.

Annemle babam eskiden bunu herkese söylerdi’ bir anlığına duraksadı ve detaylı olarak hatırlamak istercesine baktı ve bu sefer daha da gülümseyerek şöyle dedi ‘sana yeterli olanı diliyorum” dediğimizde diğer kişinin sadece hayatta sahip olduğu iyi şeyleri korumaya devam etmesine yetecek kadar iyi şeylerle dolu bir hayatının olmasını dileriz’ Sonrasında bana dönerek sanki bir hatıradan alıntı yapıyormuşcasına aşağıdaki cümleleri okudu;

'Sana gün ne kadar gri gözükürse gözüksün, parlak bir bakış açısı vermeye yetecek kadar güneş diliyorum.

Sana güneşin varlığı için çok daha fazla şükretmeye yarayacak kadar yağmur diliyorum.

Sana ruhunu canlı ve ölümsüz tutmana yetecek kadar mutluluk diliyorum.

Sana hayattaki en küçük şeylerin bile çok büyük görünmesine yetecek kadar acı diliyorum."

Sana isteklerini tatmin etmene yetecek kadar kazanç diliyorum.

Sana bütün sahip olduklarına şükretmene yetecek kadar kayıp diliyorum.

Sana en son vedayı atlatabilmene yetecek kadar merhaba diliyorum.'

Sonra ağlamaya başladı ve yürüyerek gitti.

Derler ki, özel bir insanı bulmak bir dakika, onun varlığı için şükretmek
1 saat, onları sevmek için bir gün, ancak sonrasında onları unutmak bütün bir ömür alır.

Yaşamaya zaman ayırın.

Bütün arkadaşlarım ve sevdiklerim, sizlere yeterli olanı diliyorum."

1 Aralık 2010 Çarşamba

Geçen günlerde neler yaptık?

Yok bir şey... Sadece bugünlerde yazmak içimden gelmedi bir türlü, keyifle meyifle de bir ilgisi yok yani:)) Görüşemediğimiz süreçte misafirlerimiz çoktu evimde; dayımlar İzmir'den, teyzem Marmaris'ten, anneannem, dedem, diğer teyzem, kuzenim Elazığ'dan, annem, kardeşim, yeğenler derken iş, ev, ziyaretler arasında mekik dokur haldeyim, bayramdan beri koşturmacalarım sürüp gidiyor. Eh tabi kalabalığımız çok olunca bu ara kek, pohaça, börek ve yemek çeşitleri boldu ama genelde kaliteli bir resim çekmeye de pek vakit olmadı doğrusu yayınlayabilecek kadar. Bulaşık makinasını arı hızıyla boşaltıp, yerleştirmek, evi toparlayıp habire bir telaş halinde pişirme, sofra kurma, toplama işiyle uğraşmak çalışırken zor hakikaten. Bu yüzden biraz ara verdim misafir ağırlama, iade-i ziyaret olaylarına; Şu 2-3 gündür evdeyiz, daha önceki yorgunluklarımın acısını çıkarıyorum da diyebilirim. Mesela hafta sonu toz bile alasım yoktu, bırakın temizliği, eşime "Benim artık ağırlanmaya ihtiyacım var, birileri yemek yapsın, çayın yanına da güzel bir şeyler sunsun ben oturup yiyeyim, çok yoruldum" diye hayıflandım hatta. Baktı.. baktı.. "iyi madem bu haftasonu bir şey yapma" dedi. Ben de haftasonundan başlayıp akşamları da en kolay yemekleri seçiyorum; daha çok zeytinyağlı pırasa, taze fasülye, et sote, ton balığı, fırında tavuk, makarna ve de bol salata tercihim. En fazla 2 çeşit ve mümkünse en yormayanından... Üzerine güzel de bir meyveli çay hazırlayıp geçiyorum en rahat koltuğuma, evde bir tembelliktir gidiyor anlayacağınız...

DÜŞÜNÜN!!! Doğru Söze Ne Hacet?

Kıssadan Hisse...

İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir.. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar; 'Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi...'

Berber çocuğa seslenir: 'Ali, buraya gel!'

Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, 'bak şimdi' diye fısıldar ve bir elinde 5 liralık, diğer elinde 50 liralık bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:

'Hangisini istiyorsan alabilirsin?'

Çocuk dalgın dalgın bir 5 liraya bir de 50 liraya bakar ve sonunda 5 liralık banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek:

'Gördün mü? Sana söylemiştim.' der.

Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden 50 liralık değil de, 5 liralık banknotu aldığını sorar. Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir:

'Eğer 50 liralığı alırsam oyun biter!'

Dale Carnegie diyor ki,

"Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!"

22 Kasım 2010 Pazartesi

Her günümüze şükredip bayram tadında yaşayabilmemiz adına harika bir yazı, sabah okur okumaz çok etkilendim sıra siz de…

Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.

Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

* * *

Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.

Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram...

Güne gülümseyerek başlamak bayramdır.

"İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...

* * *

Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.

Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...

* * *

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.

Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun!

Can Dündar

15 Kasım 2010 Pazartesi

Sevdiklerimizle beraber mutlu bayramlar...


Mübarek Kurban Bayramınızı en içten dilerimle kutlar, sevdiklerinizle daha nice bayramlara sağlıkla, sıhhatle, mutlulukla kavuşmanızı dilerim.

Sevgilerimle, İyi Bayramlar.

12 Kasım 2010 Cuma


Bütün günleriniz Cumanın sevinci, huzuru ve bereketiyle geçsin.

Bronşit ve reflüm tam geçti derken Annemi geçen Pazartesi özel bir hastanenin aciline götürdük. Fakat bir poşet ilaç bugüne kadar fayda etmedi; öksürük, burun akıntısı, nefes darlığı devam ediyordu. Öğlen Süreyyapaşa Hastanesi'ne artık gidelim özelde çözülecek gibi değil, bu işin üstadı orası deyip... Kan tahlili ve diğer testlerle, muayene sonucunda Astım bronşit teşhisi koyuldu. İki tane sprey, antibiyotik, alerjik rinit ve nefes rahatlatıcı ilaç verildi. Spreyleri nasıl sıkılacağını bir hemşire Anneme ve bana anlatarak gösterdi, eczaneden ilaçları aldık Annemi eve bırakıp az önce geldim. İnşallah kısa zamanda toparlanır. Spreyleri 1 ay kullanacakmış gerekirse rapor verilecekmiş astım spreyleri için. Üst üste üşütmekten ve tedavi olmadan hastalığı ayakta geçirmeye çalışmaktan olmuş. Siz siz olun kendinizi ihmal etmeyin, mutlaka bir doktora gidin. O kadar çok hasta vardı ki, sağlığımız için ne kadar çok şükretsek az... Allah bütün hastalara acil şifalar versin.

Mutlu, sağlıklı, güzel bir haftasonu diliyorum.

11 Kasım 2010 Perşembe

Bir Çocuğun Anne-Babasından 10 İsteği


1- Bana su getirtmeyin, bana da su getirmeyin. Aramızda hizmetçi yok, herkes kendi işini yapsın. Evde küçük yaşta iş gücü kullanmaya ve sevgi istismarına son.

2- Hata yapmama izin verin ki, gerçekten hataysa sonuçlarını görüp ders alayım. Hata değilse siz ders alın.

3- Her istediğimi bana almayın. Size karşılıksız kimse bir şey vermiyor. Her şeyin bir çalışma karşı elde edileceğini öğrenmeme izin verin. Sonuçlar, çalışmanın ürünüdür.

4- Benim özgürlüğüm sizin özgürlüğünüzdür. Bir yere gitmek istediğimde beni bırakın. Bana kaçta döneceğimi değil, ilkeler söyleyin. İyi insanlarla birlikte ol ve kendini koru gibi bir söz benim için saat kaçta döneceğimden daha anlamlı ve yararlı. Yoksa ben yapacağımı gündüz gözü de yaparım.

5- Okulun amacı öğrenmektir. Derslerden kaç aldığım değil, bir şey öğrenip öğrenmediğime bakın. Beni yarın yaşamda ayakta tutacak olan aldığım notlar değil, öğrendiklerim olacaktır.

6- Benimle ilgili fikirleriniz elbette var. Ama arada benim ne düşündüğümü, ne hissettiğimi sorun ve gerçekten dinleyin. Aramızdaki sorunların çoğu iletişimsizlikten kaynaklanıyor. Konuşmak kadar dinlemeyi de öğrenelim.

7- Ben dürüst olmak istiyorum, beni yalan söylemek zorunda bırakmayın. Size yalan söylemeye başlarsam, bazen bilmeniz gerekenleri de öğrenemeyeceksiniz.

8- Söylediklerinize karşı çıktığımda size değil, söylediklerinize karşı çıkıyorum. Sizde bana değil, söylediklerime karşı çıkın. Kelimeler incinmez, ama bizler inciniriz. Yani, “sen aptalsın” değil, “bu söylediğin fikir güzel değil,” diyelim birbirimize.

9- Toplum içinde gurur duyacağınız bir birey olmam, sizin bana bir birey gibi davranmanıza bağlı.

10- Sizden beklediğim şey tek başına sevgi değil, aynı zamanda saygı. Küçüklerime sevgi, büyüklerime saygı hikayesi, geçen yüzyılda kaldı. Benden saygı istiyorsanız, ben de sizden saygı istiyorum.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Gelen hoşgelir, giden kendi bilir...

Az önceki paylaşımımdan sonra 339 olan izleyici sayım 338 oldu. Sadece garipsedim, ya da tuhaf geldi bu tepki... Daha önce de olmuştu aslında ama tekrarlayınca buraya bir not yazayım istedim. Her kimsen ne hoşuna gitmedi merak ettim doğrusu, rahatsız eden ne?

Blog sayfamda herhangi bir reklam vs. bulunmadığı için çok fazla takipçim olsun, aman herkes okusun diye kaygım da yok zaten. Geleceğe, geçmişe dair ufak notlar bırakmak adına buradayım, benimle paylaşımda bulunan blog dostlarımla da mutluyum.

Bu yüzden;

Gelen hoşgelir, giden kendi bilir ve farkedilmez bile kim olduğu...

Saygıyla anıyoruz...


Bugün kızım Türkan Saylan Kültür Merkezi'nde 10 Kasım Atatürk'ü anma törenine katılacaktı. Bütün bölge okullarından seçilen öğrenciler bu programda görev almışlardı. Okullarında da 10 Kasım Atatürk'ü Anma Günü ve Atatürk Haftası için geçen haftadan itibaren tören hazırlıkları başlamıştı. Akşam kitaplığımızda seri halinde bulunan Tek Adam ve Nutuk'tan bazı derlemeler yapmış, bu sabah okuyacağı için bayağı heyecanlıydı. Bu özel tören için kıyafeti, saçı, ayakkabısı her zamankinden daha bir özenliydi bugün, babasıyla evden çıkarken... Ben de takım elbisemi giyindim saat 09,02'de şirketin önündeydim. 09,05'te Bayraklar yarıya indirilmiş, o anın hüznünü yaşıyorduk siren sesleri eşliğinde... Kalabalık bir grup halinde saygı duruşu ve İstiklal Marşı'nın ardından Atatürk'ün konuşmasını dinledik.

Ülkemizin her karış toprağında bugün bağımsız ve hür şekilde yaşayabiliyorsak; özgürce alabildiğimiz her bir nefesimiz için bu Vatan Sana ve Silah Arkadaşlarına minnettardır Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, daima kalbimizde yaşayacaksın! 72. ölüm yıldönümünde Seni saygıyla ve rahmetle anıyoruz.
Ek olarak öğrenim hayatım boyunca Belediye Başkanlığı'nın önünde, stadyumlarda yapılan bir çok törende gür sesimle, coşkuyla okuduğum şiirlerden biri olan ve az önce Dürdane arkadaşımın hatırlattığı bu güzel şiiri paylaşmak istiyorum sizlerle; kendisine çok teşekkürler...

MUSTAFA KEMAL'İ DÜŞÜNÜYORUM

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yeleleri alevden al bir ata binmiş
Aşıyor yüce dağları, engin denizleri.
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda,
Işıl ışıl yanıyor mavi gözleri.

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Yanmış, yıkılmış savaş meydanlarında
Destanlar yaratıyorlar cihanın görmediği
Arkasından dağ dağ ordular geliyor
Her askeri Mustafa Kemal'i gibi

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Gelmiş geçmiş kahramanlara bedel
Hükmediyor uçsuz bucaksız göklere.
Al bir ata binmiş yalın kılıç
Koşuyor zaferden zafere...

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Ölmemiş bir kasım sabahı
Yine bizimle beraber her yerde
Yaşıyor dört köşesinde vatanın,
Yaşıyor damar damar yüreklerde.

Mustafa Kemal'i düşünüyorum;
Altın saçları dalgalanıyor rüzgarda;
Mavi gözleri ışıl ışıl, görüyorum.
Uykularıma giriyor her gece.
Ellerinden öpüyorum.

Ümit Yaşar Oğuzcan

2 Kasım 2010 Salı

Annaaneee İstanbul'a hoşgeldin...

Dün annem gelmişti çok ayrı bir heyecandı. Bugün 2 yıldır görmediğim anneannem ve yakınlarda görüştüğümüz dedem gelecekti. 2-3 saat izin alıp, onları karşılamak için 14,30'da Sabiha Gökçen Hava Limanı'na gittim 30 dakika geç kalkan uçağın inmesini kah kafede oturup kah volta atarak heyecanla bekledim. Yüzlerinde sıcacık bir gülümsemeyle beraber yavaş yavaş yürüyüp çıktılar dışarı.. Onları görür görmez, anneannemi o kadar çok özlemişim ki hızla sarıldım; yılların etkisiyle daha bir yaşlanmış olduğunu unutup, azıcık sarstım sanırım sarılırken yaramaz çocuklar gibi:) "Ben de çok özledim deyip saçlarımı sevdi, sarıldı. Pırıl pırıl yeşil gözleriyle yüzüme bakıp "Dur güzel torunum azıcık oturup şurda dinleneyim, çok yoruldum soluklanayım biraz" dedi karşıdaki koltukları göstererek... Çocukken gölgesinde koşup oynadığım bir çınar gibiydiler, şimdi giden gençliklerinin farkında ama taptaze kalan kalpleriyle "sağlığımızda bir kere daha gelmek nasip oldu" diyorlardı tebessüm ederek birbirlerine... Gençlik kimsede baki değil elbet, herkes hep bu yaşındaki gibi genç, güzel ve hayat dolu kalacağını sanıyor ama takvimden dökülen her yaprak ne yazık ki hiçte öyle demiyor...

Memleket havasıyla beraber gelen selamlar, yolculuk heyecanı ve özleyişlerimizden konuşa konuşa hava limanından nasıl anneme geldik anlayamadık. Onları bırakıp yemeğe kalamayışıma üzüldüler ama akşam yemeğinde yine yanlarında olacağımı söyleyince mutlu oldular. Allah herkesi böyle sevdiklerine kavuştursun inşallah.

Canım Dedem ve Anneannem iyi ki geldiniz. İyi ki kızınızın, torunlarınızın evlerini, gönüllerini şenlendirdiniz varlığınızla... Attığınız her adım ömür katsın ömrünüze... İstanbul'un zamana meydan okuyan nadide güzelliklerinde aldığınız her nefes, sağlık sıhhat versin bedeninize...

ÖĞRETİN!..


Kızlarınızı iyi yetiştirin;

Kendi kendilerine yetmeyi öğretin.

Namuslu olmanın yürekten geçtiğini öğretin.

Evden çıkar çıkmaz ilk köşede eteğinin boyunu kısaltmasına gerek olmadığını öğretin.

İstediğini giymeyi öğretin.

İnsanın ahlakının sadece kendi beyninde olduğunu öğretin.

Kıskanılmanın sevilmeyle aynı olmadığını öğretin.

Kıskanılmanın güzel, saygısızlığın kötü olduğunu öğretin.

Beni çok kıskanır, dışarı çıkarmaz, şunu bunu giydirmez diyen adamla gurur duymamayı bunun aslında kendine hakaret olduğunu öğretin.

Arayıp neredesin ; kiminlesin vs. diyen adama "seni tanımadan önce nasıl davranacağımı bilmiyor muydum haddini bil" demeyi öğretin.

Eşlerini aldatan erkeklerin yanındaki ikinci kadın olmamayı öğretin.

Oğullarınızı iyi yetiştirin;

Karşı cinse saygı duymayı öğretin.

Gece yarısı evine dönen kadının "aranmadığını" öğretin.

Bir kadının omzuna arkadaş olarak da sarılabileceğini öğretin.

Dokunmaktan korkmamasını öğretin.
Sevmenin değer verme olduğunu öğretin.

Sahip çıkmayla sahibi olmanın farklı olduğunu öğretin.

Bulunmaz Hint kumaşı olmadıklarını;
olsalar bile burun silinen mendillerinde kumaştan yapıldığını;
hiç kimseyi küçük görmemeyi öğretin.

Ama bunları önce kendi içinizdeki çocuğa öğretin...

28 Ekim 2010 Perşembe

5 Ödüllü Hatun:))


Sevgili arkadaşlarım AyşemMutfakta, LezzetSarayı, ZencefilveTarçın, Kelebek ve yepyeni 5.ödülümü yollayan Anneanneninemekleri sağolsunlar beni düşünmüşler ''One Lovely Blog Award'' ödülüne layık görmüşler. Kendilerine bu güzel ödül için çok çok teşekkür ediyorum. Ben de bu ödülü vakit kısıtlılığından dolayı daha fazla bekletmeden beni izleyen ve okuyan herkese gönderiyorum...
Mutlu ve sağlıklı tatiller.

22 Ekim 2010 Cuma

Herşey gönlünce olsun yeni yaşında, hep sevdiklerin olsun yanıbaşında...


Bugün uykusuzlukla beraber daha sakince bir gün yarına kadar...

Saatler birbirini kovalıyor, hep bir plan içinde yola devam ediyoruz.
Bir iki gündür çok şükür öksürüğüm azaldı fakat hala boğazımdaki ağrı sürüyor. Sık sık koşturmacalarım oldu geçen hafta ve bu hafta, hep yetişmesi gereken bir şeyler oluyor. Sanırım bu yüzden toparlanmam da uzun zaman alıyor. Tatlı telaşelerimizi sayacak olursam; Bu hafta kızımın doğum günü vardı, artık biraz daha büyüdükleri için her sene aldığımız Pamuk Prensesli, Barbie'li, Tinkerbell'li masa örtüleri, bardak, tabak, bilimum doğum günü süslemelerini istemedi. "Sade bir yemek yiyormuşuz gibi olsun sofra" dedi Prensesim... Ben de öyle yaptım, menüye de çok detaylı şeyler yerine çocukların seveceği türden şeyleri seçmiştim; her doğum gününde olmazsa olmaz elmalı tart, sosisli makarna salatası, milföy böreği, zeytinyağlı yaprak sarması zaten tanıdıkları lezzetlerdendi. 20 Ekim doğumlu tipik terazi burcu kızım sınıf arkadaşlarını ağırlarken çok eğlendi; birlikte gitar çaldılar, şarkılar söylediler, dans ettiler. Arada ben de onlara katıldım, her doğum gününde yavaş yavaş büyüdüklerini farkettiğim arkadaşları da artık genç kız olmaya başlamışlar, serpilmişler de "Dilek teyzeee, kızıl saçların çok yakışıyordu sanaaa..." diye yorum yapıyorlardı:)) Şöyle bir an durup izledim de kızlar oynarken, hepsinin ilkokulun minik sıralarında nasıl mızmızlandıkları, pıtırcık halleri gözümün önüne geldi. Şimdi maşallah hepsi bizi geçmişlerdi, toz pembe bir coşkuyla büyüyorlardı. Hayatları boyunca herşey gönüllerince olsun, hep böyle gülsünler inşallah dedim içimden... Hilalciğim de sabah kendisini dersaneye bırakıp 3 saatte herşeyi yetiştirmeme, organizasyonu tamamen yapıp, üzerine onlarla karşılıklı dans etmeme, şarkılarına eşlik etmeme çok mutlu oldu; ortanca teyzemiz, büyük kuzenimiz İpek ve küçük kuzenimiz Emir de çok eğlendiler. Doğrusu ben de gün sonunda bayağı yorulmuştum ama herkesin memnun kalması, yüzlerindeki tebessüm herşeye değerdi. Sevdikleriyle daha nice yeni yaşlar diliyorum güzel kızıma, sağlıkla sıhhatle, mutluluk ve başarılarla dolu, güzel bir geleceğin olsun.




Bu Cumartesi de yeğenim Emir Köksal'ın doğum günü, dün önce hediyesini aldık sonra başbaşa güzel bir yemek yedik, eve geldiğimizde geç bir saat olmasına rağmen bütün gece DVD maker ile müzikli bir slayt gösterisi hazırladım bebekliğinden 5 yaşına kadar çektiğimiz fotoğraflarla... Sonra saat 02,30'da büyük ekranda nasıl gözükecek acaba diye karşısına geçip eşimle birlikte bu harika filmi izledik. İkimizin de gözleri doldu, ne güzel büyümüş maşallah, kimbilir anneciği (kızkardeşim) nasıl duygulanacak, biz böyle olduysak dedik:))

Ve dua ettik; Rabbim sağlıklı, hayırlı uzun ömürler versin, yolunu, bahtını açık etsin bütün yavrularımızın inşallah. Allaha emanet olsunlar...
Herkese hayırlı, bereketli cumalar, mutlu hafta sonları diliyorum şimdilik.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Gülümsemek için tıklayın ve okuyun:))

Her ne kadar antibiyotik tedavimle beraber yoğunluğum devam etse de Pazartesi günü sevgili arkadaşım limonçiçeklerim'e söz verdiğim gibi en çok sevilen, okunan blog paylaşımlarımı yayınlamaya karar verdim. Geçmişteki kayıtları şöyle bir inceledim de yorum alsın veya almasın o anki ruh halimle blogumda yerini almış bu sayfaların herbirinin çok değerli anılardan olduğunu anladım. Ve sizler için 5 tanesini buraya ekliyorum. Limonçiçeklerim'e mim daveti için tekrar teşekkür ediyor, ben de aşağıdaki arkadaşlarımı mimliyorum, hadi bakalım sıra sizde...
Önce benim sayfalarım, sonra sizinkiler:))

1- Aşk Kurabiyesi...
2- Suzancığım'da sevgi dolu bir kahvaltı keyfi...
3- Mevlid Kandilinde ettiğim dua...
4- Güzel bir alıntıyla yeni güne Merhaba!
5- 2010'da mutlulukla gülümseyin!..

Sıralama yapmadan kimlere gittiğini hemen paylaşayım;

http://minikmisafir.blogspot.com/
http://kayracem.blogspot.com/
http://aysegulgenciz.blogspot.com/
http://zencefilvetar.blogspot.com/
http://piriltilicadi.blogspot.com/

12 Ekim 2010 Salı

Valencia dedi ama kararsız kaldım, Sizce?

Gün boyu hem çalışıyor hem hafif hafif öksürüyorum, okuldan gelen mikroplar yine sorumlusu sanırım:(( Başımda da bir ağrı var dayanılmaz.. Sinüzit mi oldum, yoksa gene sinsi sinsi boğazımı tırmalayan ağrı faranjitten midir çözemedim. Kızımda 1-2 gündür burnunu çekip duruyor, okul başladı sıkıntılar beraberinde hepimizin evine konuk oldu. Allah sağlık, sıhhat versin hepimize; vitamin falan almak lazım bu dönemde, güzel bir çorba içmek lazım yine, bitkisel çaylarla takviyelenmek gerek acilen...

Sizlerden bir fikir almak istiyorum. Okulda kurslarımız başladı, bu sene velilerin katkılarıyla bir de müzik odası hazırlandı. Normal derslerin yanısıra gitar
kursu da verilecekmiş. Kızım da katılmak istiyor. Buraya kadar herşey güzel de yarın başlayacaklarmış. Öncelikle klasik gitar istemiş öğretmenleri, "Kadıköy'e bir bakın kaliteli olanı seçin" diye eklemiş. Fakat gitar dinlemeyi seven bendeniz bu işin püf noktalarından hiç anlamıyorum. Az önce internetten araştırdım envayi çeşit marka var, fiyatlar farklı farklı, su geçirmez kılıf, dvd vs. gibi hediyeli olanları var. Ama hangisi iyidir, çok uzun süre kullanılmasa da hem kaliteli hem lise yıllarında da tekrar almak gerekmeyecek klasik gitar hangisi olmalıdır? Veya hem kaliteli hem uygun fiyatlı olan nerede satılır? Bunları bilemiyorum:) Hilal hanım aramış HoşSada'da Valencia varmış, sor diyor, eh hadi akşam sorayım dedim ne de olsa yakın, ama marka fiyatlarını bilmiyorum ki şu uygun bu uygun değil diyeyim de seçeyim...

Ne dersiniz hangi kriterlere dikkat edilmeli, tercihimiz ne yönde olmalı?

Hayata meydan okumanın öyküsü...


Günaydın, gününüz güzel geçsin diyerek Xing mesaj kutuma Danışmanlar Grup Bülteni'nden gelen Sn.Başar Erkli'nin anlamlı davetini sizlerle paylaşmak istedim. Kendisine duyarlılığı için çok teşekkür ediyor, tavsiyelerine sonuna kadar katılıyorum. Konferans İzmir'de yapılacak ama kitaba hemen ulaşabiliriz, bilginize...

"PROF. DR. DOĞAN CÜCELOĞLU'NDAN KONFERANS"

"Merhabalar,

Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı yararına Prof. Dr. Doğan CÜCELOĞLU, Swissotel Grand İzmir Oteli’nde 3. Kasım 2010 Çarşamba Günü Saat 18:00’de “Gizli Kahramanlarımız ve Değerler konulu” bir konferans verecektir. Davetiyeler 20 TL olup Türkiye Görme Özürlüler kitaplığından temin edilmektedir.

Adres: Gürsel Aksel Bulvarı. No: 35. Üçkuyular/ İZMİR

Tel 2242627 , 2243233

ONLAR BENİM KAHRAMANIM

TÜRGÖK Kitaplığı'nın değerli destekçisi Sayın Doğan CÜCELOĞLU’nun son kitabı “Onlar Benim Kahramanım” Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı. Kitap, Başkanımız Gültekin YAZGAN’ın yaşamını Doğan Bey'in Kaleminden anlatıyor. Sayın Doğan CÜCELOĞLU kitap gelirinin yarısını TÜRGÖK’e bağışlamıştır. Kendisine ve kitabı basan Remzi Kitabevi'ne sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

Görme engellilerin kahramanı olan Gültekin Yazgan, Doğan Cüceloğlu’nun ‘Onlar Benim Kahramanım’ adlı kitabının da kahramanlarıydı. Şimdi de benim kahramanlarım. GÜLTEKİN YAZGAN KİMDİR Gültekin Yazgan 11 yaşında geçirdiği bir kaza sonucunda görme yeteneği kaybetmiş bir kahraman, bir fark yaratan. Bakın nasıl anlatıyor, hastaneden çıkışını. "İki ayı aşkın bir süredir yattığım Cerrahpaşa Hastanesi'nden taburcu olmuş, annemin kolunda çıkıyordum. Ne var ki, bu çıkış hastaneye gelirken geride bıraktığım yaşantıma dönüş değildi. Allahaısmarladık bile diyemeden ayrıldığım sınıfıma, kitaplarıma, defterlerime ve de aydınlığa geri dönmüyordum. Yarım kalan oracıkta yarım kalmıştı. Yeni bir yola çıkıştı bu: Kör uçuş başlıyordu." Bu duyguyu ve sizi bekleyen zorlukları bir saniye hayal edin. Bu zorlukları şu anda Türkiye’de 450.000 görme engelli vatandaşımız yaşıyor. Yazgan, görme engelli olmanın bütün zorluklarını aşmış ve fark yaratmış bir kahraman. BAŞARILARI Görme engeline karşı bütün okulları en iyi derecelerle bitiren, üniversitede hukuk eğitimi almış ve avukatlık mesleğini hakkıyla icra etmiş bir avukat Yazgan. Kendi çabalarıyla İngilizce öğrenmiş ve zamanın bakanını ikna ederek, öğretmen olmayı başarmış ve hayatının büyük bir bölümünde aynı zamanda öğretmenlik yapmış gerçek bir öğretmen Yazgan. FARK YARATAN KAHRAMAN. Başarılı olmak ve fark yaratmak/lider olmak farklı şeyler. Yazgan sadece başarılı değil, aynı zamanda fark yaratmış bir lider. Hayatını görme engellilerin eğitimine adamış, bu yolda mücadele veren bir kahraman. Altı Nokta Körler Derneği’ni ve Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı’nı kurarak büyük bir fark yaratmış. ONLAR BENİM KAHRAMANIM; Doğan Cüceloğlu bu kahramanların sıradışı öykülerini anlatırken, bize hayata dair önemli noktaları sunuyor. Başarının ve fark yaratmanın kodlarını veriyor. Bize azmin ve var olmanın öyküsünü anlatmış Doğan Cüceloğlu. Bize hayata meydan okumanın öyküsünü anlatmış. Bize fedakarlığın öyküsünü anlatmış. Tülay Hanım ve annesinin benim gözlerimi yaşartan fedakarlığı. Bize hayal kurmanın öyküsünü anlatmış. Bize fark yaratmanın öyküsünü anlatmış. 450.000 görme engellinin hayatını değiştirme savaşını anlatmış. GERÇEKLE YÜZLEŞME; En önemlisi de bize gerçekle yüzleşmenin öyküsünü anlatmış Doğan Cüceloğlu. Düşünün gerçekleri kabul edemeyen ne kadar çok insan var çevremizde. Aslında bahanelerin arkasına sığınarak acizliğimizi nasıl da örtüyoruz. Yazgan, görme engelinin arkasına sığınmamış, gerçeği kabullenmiş ve fark yaratmış bir insan. EĞİTİMCİLERE TAVSİYE; Bu kitabı herkes okumalı, özellikle öğretmenler. Öğrencilere okutmalı. Bu hikayeyi bilmeli. Çünkü diğer insanları ve engellileri önemseyen bir nesil yetiştirmekten hepimiz sorumluyuz. İnsanlık için hayal kurabilen öğrenciler yetiştirmekten hepimiz sorumluyuz. Bu kitap sayesinde engellilerin dünyasında fark yaratmak için ben ilk adımımı attım. Sıra sizde.

İyi haftasonları,
Başak Erkli "

Çocuklarınızın kitaplığında aynı bilinci kazandırmak adına mutlaka bulunması gereken M.E.B. onaylı diğer iki kitabı da isim ve yazarlarıyla bizzat tavsiye ediyorum;

Sol Ayağım - Christy Brown
Bitmeyen Gece - Mithat Enç

11 Ekim 2010 Pazartesi

Aşk Kurabiyesi...

Gece vakti Balböcüğümün canı un kurabiyesi ister; hiç üşenmeden bembeyaz kalpli, çiçekli, Ay ışıklı kurabiyeler yapılıırr, afiyetle yeniiirr,
misss gibi tereyağı ve sevgi kokar...

UN KURABİYESİ

Malzemeler:


1 paket margarin (ben tereyağı ve margarin kullandım)
1 su bardağı pudra şekeri yoksa tozşeker olabilir
1 yumurta
1 su bardağı un
Aldığı kadar nişasta
1 paket kabartma tozu

Yapılışı:

Yumuşak margarin ve pudra şekerini iyice karıştırın, ardından yumurtayı ilave ederek hızlı hızlı karıştırmaya devam edin.

Un ve kabartma tozunu da ekleyerek aldığı kadar nişasta ile yoğurun. Hamurdan parçalar kopararak yuvarlayın. (kalıp kullanarak istediğiniz şekli verebilirsiniz)

Yağlı kağıt serilmiş veya yağlanmış tepsiye dizin. 160-170 derecelik fırında pişirin. Hatta pişerlerken dayanamayıp resimlerini çekin:))
Altları çok hafif pembeleşince fırından çıkarıp, ılıkken derin bir kaba alın. Üzerlerine pudra şekeri serperek soğuduktan sonra servis edin.
Afiyetler olsun...

1 Ekim 2010 Cuma

Ayvaz Öğretmenlerin çoğalması dileğiyle...

Ayvaz Öğretmen ve Tijen (*)

“Bir Ayvaz öğretmenin vardı, hatırlıyor musun?” dedi babam.
“Hatırlamaz olur muyum? Ayvaz öğretmenimi hiç unutmadım ki…”
“Geçenlerde çarşıda karşılaştık. Seni sordu, selamı var.”
“Yaa, buralarda demek, emekli olmuş mu?”
“Olmamış, çalışıyormuş hala. Kendi köyünde çalışıyormuş. İstersen bir ziyaret et gelmişken.”
“Tabii ki giderim Ayvaz öğretmenimi ziyarete. Çok iyi olur.” deyip daldım geçmişe.

Yirmi yıl önceydi. Altıncı ve yedinci sınıflarda matematik dersimize gelmişti Ayvaz öğretmen. Matematik hayranı olmuştum onun sayesinde. Her ders beni tahtaya kaldırır, en zor soruları çözdürürdü. Ben çözdükçe o keyiflenir, övgü dolu sözlerle oturturdu sırama.

Ben de ona özenir, kravatımı onun gibi bağlar, tahtayı onun gibi kullanırdım. Kara tahtaya yazdığım rakamlar onunki gibi hep aynı hizada olur, santim oynamazdı aşağı, yukarı. Şimdiki simetri hastalığım da oradan kalma herhalde.

Sınavlarda sınıf arkadaşlarım sağıma soluma oturmak için yarışırlar, kağıdımı göstermem karşılığında tostlar, gazozlar vaat ederlerdi.

Ayvaz Bey sadece matematikçimiz değildi. Aynı zamanda sınıf öğretmenimizdi. Rehberlik dersinde bizimle sohbet eder, kitap okumamızı sağlardı. Çalıkuşu’nu o okutmuştu bana. Ben, Çalıkuşu’nun Feride’sinin erkek versiyonu olarak görmüştüm Ayvaz öğretmenimi. Sadece Çalıkuşu’nu değil, sayısız romanı okumamı sağlamıştı Matematik öğretmenim Ayvaz Bey. Matematiği sevdirdiği gibi, edebiyatı da sevdirmişti bana. Edebiyat öğretmenliğini tercih etmemde onun etkisinin olduğunu şimdi fark ediyorum.

Cüneyt Arkın’ın “Öğretmen Kemal” adlı bir filmi gelmişti sinemaya. Okul müdürü filme gitmemizi istemişti, biz de sınıf olarak gitmiştik Ayvaz öğretmenimle. Ben param olmadığı için gitmek istememiştim de Ayvaz öğretmenim almıştı biletimi.

Sekizinci sınıfa başladığımızda başka biri geldi matematik dersimize. Ayvaz öğretmenin tayini çıkmış, gitmişti. Adını hatırlamıyorum; ama lakabını hiç unutmuyorum o yıl dersimize gelen matematik öğretmeninin: Tijen!

O yıllarda bir opera sanatçısı tiplemesi vardı Türk filmlerinde. “Tijen” adlı bu karakter, bed sesiyle kulakları tırmalıyordu, sesi gibi suratı da meymenetsizdi. Hani vardır ya her okulda, her öğretmenin bir lakabı, bu öğretmene de Tijen ismi öğrenciler tarafından uygun bulunmuştu.

Ayvaz Bey’den onlarca anı kalmışken, Tijen’le ilgili, tüm zorlamalarıma rağmen, hiçbir şey bulamıyorum hafızamda. Sadece “ciyaklama”yı andıran bir ses ve yüzümüzdeki parmak izleri… Bir de altı ve yedinci sınıfta takdir alırken sekizinci sınıfta matematik dersinden, tek dersten, bütünlemeye kalışım ve liseye matematikten borçlu geçişim. Sonra matematikten ipleri koparışım, çarpım tablosunu dahi unutuşum…

On sekiz yıl olmuştu Ayvaz Hoca’mı görmeyeli. Üniversiteyi bitirmiş, askerliğimi yapmış, edebiyat öğretmeni olarak göreve başlamıştım yıllar önce. Öğretmenliğe başladığım ilk gün, ilk derse girerken Ayvaz öğretmenim gelmişti gözlerimin önüne. Her zaman bize gülümseyen, sevecen, babacan Ayvaz öğretmenim. Her zaman traşlı, takım elbiseli, tertemiz giyimli Ayvaz öğretmenim… Sonra bir de Tijen geçti zihnimden. İğrenç sesli, suratsız, sevimsiz, boyalı ve ojeli uzun tırnaklarıyla yüzümüzdeki şamar izleri… O an söz verdim kendime: Yeni bir yolun, yeni bir hayatın ilk adımındaydım. Ayvaz öğretmen olmak da vardı, Tijen olmak da… Ben “Ayvaz Öğretmen” olacaktım!

Öğretmenliğimin onuncu yılını tamamlarken, ilk gün kendime verdiğim sözü tutmanın mutluluğunu yeniden yaşıyorum. Her ne kadar diğer meslektaşlarım beni eleştirseler, öğrenciyle kurduğum diyalogdan rahatsız oldukları için zaman zaman uyduruk bahanelerle beni üst makamlara şikayet etseler de asla “Ayvaz Öğretmen”likten vazgeçmeyeceğim. Öğretmenliğin yüz karası “Tijen”lerle de sonuna kadar mücadele edeceğim.

Babaannem hastalanıp ölüm korkusuna kapılınca “Torunumu istiyorum, ölmeden onu göreyim” demiş. Babamın “Önemli bir şeyi yok.” sözüne rağmen izin alıp gelmiştim babaannemin yanına. Birkaç gün daha kalacaktım memlekette. O zaman Ayvaz öğretmenimi de görebilirdim.

Ertesi gün gittim öğretmenimin köyüne. İki katlı okula girdiğimde bir hademe karşıladı beni. Ayvaz Bey’i sordum, “Gel!” deyip düştü önüme. Üst kata çıktık, koridorun sonuna doğru yürüdük. Herhalde öğretmenler odasına gidiyoruz diye düşünürken, bir sınıfın önünde durup tıklattı kapıyı:

“Ne yapıyorsun? Dersteyse teneffüsü beklerdik, dersi bölmeyelim” diyordum ki sınıfın kapısı açıldı. Bir çift mavi göz gördüm önce. Sonra beyaz saçlar… Ayvaz öğretmenim yaşlanmış!..

“Buyurun!” dedi her zamanki nezaketiyle.
“Öğretmenim, dersinizi böldüğüm için özür dilerim. İstemeden oldu. Arkadaş aldı getirdi buraya.” dedim mahcubiyet içinde.

“Önemli değil efendim, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben sizi ziyarete gelmiştim öğretmenim, Merkez İlköğretim Okulu’ndan öğrenciniz Mustafa Resüloğlu.”

Bir an durakladı Ayvaz öğretmenim, birkaç saniye baktı dikkatlice, sonra kollarını açıp sarıldı sımsıkı. O an ağladığını fark ettim öğretmenimin. Benim de tutamadı gözyaşlarım daha fazla kendini. Bu tabloya şaşıran öğrenciler de yerlerinden kalkmış, yaklaşmıştı bize.

Kolumdan tutup sınıfa çekti beni. Öğrenciler koşuşturup oturdular sıralarına meraklı bakışlarla. Ayvaz Bey, öğretmen masasına yöneldi, sandalyeyi çekip oturttu beni. Sınıfa döndü:

“Benim öğrencim!” dedi gururla. “Yıllardır görmemiştim onu. O da öğretmen, hem de iyi bir öğretmen. Nereden mi biliyorum? Ancak iyi bir öğretmen, öğretmenlerini ziyaret eder de ondan.”


(*)Sn.Mustafa KUVANCI'dan alıntıdır.

Not: 03 Mart 2009'da okula yeni tayin olan bir öğretmenin yanlış tavrına ithafen, konu başlığına aynı dileği yazarak okul web sayfasında yayınlanmak üzere hazırlanan sayfaya kopyalamıştım bu yazıyı, fakat hiç yayınlanmamıştı... Yaşadığımız tatsızlığı bilen müdürümüz bile okul sayfasındaki paylaşımlar kısmında
onaylanacak kadar değerli bulmamıştı bu hikayeyi... Ya da öğretmenle paylaşmakla yetinmişte olabilir diye temennide bulundum hep...

Emzirme Reformu Başlasın!

Nil İdil Eriş » Blog Archive » Emzirme Reformu Başlasın!

BlogcuAnne, ÇalışanGebe, Nil İdil Eriş ve katılan bütün arkadaşlara teşekkürler. Anneler ve bebekleri için, siz hala desteklemediniz mi?

Sevgili Elif'in paylaşmış olduğu "Nilay'ın süt macerası"'nı okuyunca bu maceraya çok benzer on yılı aşkın süre önce yaşadığım zorlukları hatırladım, buyrun siz de okuyun;

"İşte Emzirme Reformu Bu Yüzden Gerekli"

Bir düsünmek lazım derim.

Saat 10'u geçiyordu kızımın okulundan aradılar "Hilalin karnı çok ağrıyor, burun ve geniz akıntısı var gelip alabilir misiniz" diye. Hemen okula gittim aldım karnının ağrısından ağlamış yanakları yüzü gözü kıpkırmızı olmuştu. Bebekliğinden beri alerjik hassas bir cildi olduğu için hemen kızarır, en ufacık esintide de sinüziti tekrarlar. Onu öyle görünce çok üzüldüm ama kendini daha fazla bırakmaması için hiç belli etmeden 'ben kızıma tarhana çorbası yaparım hemen iyileşir' dedim. İnebolu'dan gelirken eşimin halası kızılcık tarhanasıyla(mora yakın renkte) köy tarhanası yapmıştı, kızılcık tarhanasının sindirim sistemi rahatsızlıklarında daha iyi olduğunu da kayınvalidemden öğrenmiştim.

Eve gelir gelmez uflayıp puflanmalar devam etti, "ben yoğurtlu makarna istiyorum sadece" dedi, tamam onu da yaparım ama hepsinden yemen gerek sonra benim işyerine dönmem lazım dedim. Karnı aç olduğu ve ağrısı olduğu için benimle kal anne diye ısrar etti, kızım baban erken gelecek merak etme deyince sustu. Önce patateslerin kabuklarını soyup iri iri doğrayarak haşladım, çok hafif tuz ve karabiber serptim lezzetli olsun diye. Kıymayı erittim 1 kaşık salçayla beraber kavurup kızılcık tarhanası çorbamızı pişirdim. Yoğurtlu sarmısaklı boncuk makarnamızı hazır edip nazlı kızımın başını okşayarak yemek yiyince bir şeyinin kalmayacağını söyleyip sofraya getirdim. Mıy mıy keyifsiz keyifsiz çorbasını içse de makarnasını canı istediği için güzelce yedi, patateslerin azıcık ucundan tırtıkladı. Meyve olarak dilimlenmiş yarım elmayı zorla, yemesen daha iyi dediğim yeşil mandalinasınıysa keyifle yedi. Hafif ateşi yükselmesine rağmen biraz daha iyi gibiydi, nasıl rahatsızlandığını itiraf etmek istediğini söyledi; Eee.. konuş bakalım ben de bekliyordum kesin dondurma yemişsindir dün terliyken dedim. "Ona yakın bir şey" deyip güldü; "dün beden dersinde hava serindi kaç tur koştuğumuzu hatırlamıyorum atletim su gibi olmuştu yavaş hareketler sırasında da terim sırtımda buz gibi oldu ama sınıfa gidince yanımdaki yedek atleti değiştirmedim kantine gidip su aldım, çok soğuktu. Ozan bana -o suyu sakın içme çok terlisin, bir kere içersen bir daha canın ister hasta olursun- dediği halde bir şey olmaz deyip içtim gerçekten de öyle oldu. Daha ilk dersten üşümeye başladım dünden beri kendimi iyi hissetmiyordum zaten, bugün Matematik dersinden sonra da çok kötüydüm" dedi. Ne kadar hassas bir bünyen olduğunu bildiğin halde nasıl böyle sorumsuz, dikkatsiz davranıyorsun hilal üstelik kaç kerede uyarıyorum, arkadaşın bile uyarmış dedim. Bana verdiği cevap; "anne zaten sınıfta, dersanede çoğu kişi grip, sinüzit, boğaz enfeksiyonuydu mutlaka bana bulaşıcaktı ne yapabilirim" olunca ben de sadece biraz daha kendini koruyabilirdin, göz göre göre sinüzite davetiye çıkardın, soğuk suları içip bir de mideni üşütmüşsün hiç yapılcak şey mi? diye söylendim durdum. Sonra da bir kaşık ilaç verip 12,15'de işyerine döndüm gerçi bütün aklım evde kaldı. Allaha emanet... Bütün çocuklar iyi olsun, sağlıklı olsun, hasta olanlar da şifa bulsun inşallah.

Gelen maillerimi kontrol ederken bir arkadaşımın gönderdiği bu anlamlı yazıya rastladım, kimin yazdığını bilmiyorum, yazanın ellerine sağlık. Çok doğru ve güzel bir yazı; Allaha şükür birçok şeyin doğalına ulaşabiliyoruz hala, onlarında kıymetini bilelim. Hayırlı, sağlıklı, bereketli cumalar...

Haliyle panik halindesiniz...

“Nasıl anlarız? Genetiği değiştirilmiş organizma yemekten nasıl kurtuluruz?” filan.
Şöyle...

Annaneniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken, siz, “Aman annane be, boş versene” deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya... Annane rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini annaneden alıp, bir kenara yazmadınız ya... İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.
*
Ne verirlerse...
Onu yiyeceksiniz.
*
Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz...
Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor. Bilmeli... Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor! Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran...
İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef... Torunlarınız da.
*
Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için...
İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan!
Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu.
Tahin-pekmezi “köylü işi”, vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite” sandığınız için, daha 10 yaşında ayıya döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.
*
Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak? zor mudur İzmir'de, Antalya'da, Adana'da evde salça yapmak?
Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye...
İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak? Bütün ailen kabız...
Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?
*
Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun...
Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun...
Ne işe yaradı senin pazara gitmen?
*
Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi... Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!
*
Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok; gazetelerin tiraj almak için kıçından uydurduğu kıçımın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun...
Brüksel lahanası yiyerek mi AB'ye gireceğini sanıyorsun?
*
Çin'den bal getiriyorlar mesela...
Taaa Arjantin'den, Meksika'dan bal getiriyorlar.
Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan... İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin!
*
Uzatmayayım.
Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.
*
Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA'sını değiştirdi!
*
Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.
*
Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz... Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Monçiçilerin minik hayatlarını hatırlıyor musunuz?

Ne kadar sevimliler değil mi? Ayacıklarına bakın poti poti:))

Bulutların üstünde Monçiçiya diye bir ülkede yaşıyorlardı. Bunların tüm derdi yaşadıkları ağaçların dallarına kuyruklarıyla tutunup daldan dala atlamaktı. Her zaman mutluydular... "Mutlu işler fabrikası" vardı hatırlıyo musunuz? Ağaçların üzerine kurulan evler gibi ama daha karmaşık bir yapıydı. İçerisinde çarklar falan dönerdi. Monçiçilerin yaşam kaynakları bu fabrikaydı diye hatırlıyorum. Arasıra bişeyler olurdu bu fabrikaya pof pof pof diye dumanlar çıkıp sallanırdı falan. Herkes telaşa kapılıp yanlış giden şeyi düzeltmeye çalışırdı. Hani şirinlerde köyün ayakta kalması için gerekli işleri, yemek, odun tarım falan şirinler yapıyodu ya; burada bu işler fabrikasyondu bir nevi. Millet iş yapmıyordu. Monçiçiler sistemi kurmuş oturuyorlar, bütün işleri fabrika yapıyordu. Yani fabrika çalıştığı sürece Monçiçiya da işler yolunda gidiyordu. Bir de yanlış hatırlamıyorsam kötü monçiçiler böyle daha kara kara kötü suratlı tiplerdi ve bu mutlu işler fabrikasını ele geçirmeye sabote etmeye falan çalışıyorlardı. Ama hep iyiler kazanırdı.

Eşimle Limango'da satışa sunulduğunda yukardaki monçiçileri almaya çalışmıştık, fakat stokta kalmadığı için alamadık. Yurtdışındaki sitesinden getirelim dedik o da bayağı tuzluya malolacak diye vazgeçmiştik. Kızım bu çabalarımıza bir türlü anlam verememişti, oysa biz aynı kuşağın çocukları olarak ne çok severdik bu şirin şeyleri izlemeyi... Geçen akşam Erman Kuzu'nun "Biz Monçiçi miyiz?" diye çıldırdığını görünce çok güldük. Biz monçiçiyiz diye diye kahkahalara boğulduk:)) Eskiden çizgi filmler daha güzeldi şiddet, kavga yerine daha eğlenceli, daha öğreticiydi. Her bölümden ayrı bir ders çıkarılabiliyordu doğrusu...

Çocukluk anılarımızda yer alan bu cici monçiçiler eğer tekrar satışa sunulursa kesinlikle kaçırmayacağız anlaşılan:))

26 Eylül 2010 Pazar

Suzancığım'da sevgi dolu bir kahvaltı keyfi...

Özenle hazırlanmış cicili bicili rengarenk soframız...
Fırında patatesli içinde yok yok pizzamız:))
Pofuduk pofuduk patlıcanlı böreklerimiz, yeşil zeytin salatamız
Peynir çeşitleri ve zevkli sunumuyla söğüş salatamız
Çikolatalı kalpli muffinlerimiz ve tadına doyulmaz diğer lezzetler eşliğinde
şeker gibi bir sohbet:))

Bu sıcacık sofra ve birbirinden güzel lezzetler için teşekkürlerimi gönderiyorum tekrar, ellerine, emeğine sağlık canım. Şirin yuvanızdan ömür boyu sevgi, mutluluk ve huzur eksik olmasın.

Patlıcanlı börek tek kelimeyle nefisti, benim gibi ilk kez deneyecekler için tarifini arkadaşımdan hemen aldım;

Malzemeler:

4 adet patlıcan
1 adet soğan
3 adet yeşil biber
4 adet domates
Biraz sıvı yağ (soğanı ve biberi kavurmak için)
Tuz karabiber
3 adet yufka
½ su bardağı süt
2 yumurta
½ su bardağı sıvı yağ
Susam/çörek otu

Yapılışı:

Önce böreğin iç malzemesini hazırlayalım.

Patlıcanları alacalı soyup küp şeklinde doğrayın ve 15 dakika kadar tuzlu suda bekletin.

Soğanı ve biberleri yemeklik doğrayın.

Domatesleri rendeleyin.

Büyükçe bir tavada soğan ve biberleri yeteri kadar sıvı yağ ile kavurun.

Tavaya suyunu süzdüğünüz patlıcanları da ekleyip kavurmaya devam edin.

Patlıcanların rengi değişip yumuşayıncaya kadar kavurun.

Sonra rendelediğiniz domatesleri de ekleyip bir 5 dakika kadar kavurun.

Tuz ve karabiber ekleyip ocaktan alın. Patlıcanlı içimiz hazır.

Yufkaları dörde bölün. 3 yufkamız var toplam 12 parça elde etmiş olacağız.

Yumurtanın birinin sarısını üzerine sürmek için ayırın.

Sütü kalan yumurtayı ve sıvıyağı derince bir kapta çırpın.

Bir yufka parçası alın sütlü karışımı fırça yardımı ile yufkanın üzerine sürün.

Hazırladığınız patlıcanlı karışımdan düz köşelerden birine bir sıra koyun.

Rulo olacak şekilde sarın.

Her bir yufka parçası için aynı işlemi yapın.

Fırın tepsisine dizin üzerlerine yumurta sürün ve isteğinize göre susam ya da çörek otu ile süsleyin.

Yaklaşık 200 derece fırında böreklerin üstü kızarana kadar pişirin.

Fırında sucuklu patatesli karışık pizza

Malzemeler:

2 büyük boy patates
Sosis, sucuk göz kararı
1 adet domates
1 adet dilimlenmiş biber
1 küçük konserve mısır
1 su bardağı kaşar peyniri
Tuz, sıvı yağ

Yapılışı:

Patatesler küp küp doğranır ve tuz eklenerek az yağda kızartılır.
Kızaran patateslerin yağı alınarak servis tabağı büyüklüğünde kestiğimiz yağlı kağıdı borcamın ya da fırın tepsinin altına serilir ve patatesler üstüne döşenir.
Ayrı bir yerde sosisler, sucuklar doğranarak sıvı yağda sotelenir. (Çok kurumaması için sotelenmeden de direkt fırında pişirilebilir)
Daha sonra patateslerin üzerine döşenir.
Domates rendelenir tuz eklenerek az bir yağda sos haline gelene kadar pişirilir ve tepsinin üzerine domates sosu gezdirilir.
En üste mısır taneleri ve arzuya göre baharat serpilir.
Pişmesi için 15 dakika 180'C ısıtılmış fırına verilir.
Rendelenmiş kaşar peyniri fırından çıkarmadan 5 dakika önce eklenir.
Kaşar eriyip hafif pembeleşince fırından çıkarılıp sıcak servis yapılır.
Yumuşaklığını koruması için servis yapana kadar üzeri folyo ile sarılabilir.
Ve yine arzunuza göre domates sosu hazırlanırken tereyağında hafif kavurulup, 1 diş sarımsak da eklenebilir. Malzemelerle oynamak tamamen sizin damak zevkinize bağlı...

Kahvaltı sofraları için son derece lezzetli, içinde yok yok pizzamız hazıırr,
ismi bizzat bana, el emeği güzel arkadaşım Suzan'a aittir duyurulur:))

Çikolatalı kalpli muffinler

Malzemeler:

3 adet yumurta
1 su bardağı toz şeker
½ su bardağı sıvı yağ
½ su bardağı süt
6 çorba kaşığı bitter kakao
1 paket vanilya
1 paket kabartma tozu
2-2.5 su bardağı un

Yapılışı:

Yumurtalar kırılıp, toz şekerle beraber yaklaşık 15 dk karıştırılır.
Karıştırmaya ara vermeden, sıvıyağ, süt, kakao eklenip iyice karıştırdıktan sonra iki su bardağı un ilave edilir. Unu az gelirse kıvamından anlaşılır, yavaş yavaş ½ su bardağı un ilave edilebilir.
Yumuşak kıvamdaki kek hamuru minik kalpli kalıplara eşit şekilde paylaştırılır.
İstenirse her bir muffinin üzerine damla çikolata serpiştirilebilir.

Önceden 175'C ısıtılmış fırında yaklaşık 40 dk pişirilir. Soğuyunca kalıplardan çıkarılıp şık bir servisle sunuma hazır hale gelir.

Mutlaka deneyin, afiyetler olsun.

Bu kadar tarifi özel istek üzerine sayfama eklediğime göre Fatoş arkadaşımın KAHVALTILIKLAR etkinliğine katılayım dedim,
buyrun siz de katılın, tık tık:))

"İyi ki varsın İyi ki sevmişim seni..." pastası:))


16/08/1975 17.45 & 2010 Bol çikolatalı, frambuazlı pasta tadında daha nice sağlıklı, mutlu yeni yaşlara sevdiklerimle beraber neşeyle kavuşurum inşallah... Bu çok anlamlı günde beni yalnız bırakmayan tüm dostlarım güzel dilekleriniz için hepinize çok çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız ve iyi ki yüreklerimiz bir... Gülümsemenin ışıltısı dudaklarımızda, Mutluluk hep yanımızda olsun. Sevgilerimle...

24 Eylül 2010 Cuma

Gülen gözler...

Bir çok şey var paylaşılmayı bekleyen, bol resimli yemekler, geziler... Ama bir türlü fırsat bulamıyorum, hala hep yapılacak bir şeyler çıkıyor. Geçen hafta dersane başladı. C.tesi kahvaltı yapıp 08,30'a yetişelim diye çabaladık öğlen de kızı alıp Ataşehir'de bir randevum vardı ona yetişeyim dedim Küçükyalı'dan başlayan trafik yüzünden Bostancı'da telefon edip yetişemeyeceğimi söylemek zorunda kaldım ve taaa Ekim ayına ertelediğim bir randevu bu... Haydii oraya kadar gitmişim Carrefour şurası deyip alışverişe dalmışım, Pazar hep beraber gezelim sonra da köyden gelen rengarenk ürünlerimizi alıp yerleştirelim demişim... Bir bakmışım hafta sonu bitmiş, bir bakmışım hafta başlamış ve yine güzel bir Cuma'yla hafta sonunu karşılamak üzereyiz. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamanın kıymetini iyi bileceğimiz hayırlı bereketli bir Cuma, mutlu ve neşeli güzel bir haftasonu diliyorum herkese...

Fotoğraf kızımın İnebolu'da yapmış olduğu meyve şölenine ait:))

"Niçin "Mış Gibi" Yaşıyoruz?" Doğan Cüceloğlu


Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine alıp okuduğum bir kitap
"Korku Kültürü" herkese alıp okumasını tavsiye ediyorum. Doğan Cüceloğlu'nun, "Mış Gibi" Yaşamlar adlı kitabının devamı... Kendisiyle tanışma fırsatını 2001 yılında 3 günlük Durusu Park Resort "Biz Bilinci" eğitiminde yakalamıştım. O gün bugündür bütün kitaplarını okudum diyebilirim, hepsi okunmalı ve okutulmalı düşüncesindeyim. Arkadaşımda öyle yapmış ve bu güzel kitapla ilgili fikrini şöyle aktarmıştı, kendisine geç te olsa teşekkürler;

"Doğan Cüceloğlu'nun en son kaleme aldığı bir üçlemenin 2. kitabı olan KORKU KÜLTÜRÜ'nü alıp okumanızı tavsiye ederim. Türkiyemizde yaşanan 'her konudaki kirlenme' , 'kabadayı kültürü' , 'biz okumuşlar niye müdahale etmiyoruz, edemiyoruz' gibi konulara çok güzel açıklamalar getiriyor. Aşağıdaki yazı, ana hatları ile bir derleme şeklinde (Kitabı okumak çok daha keyifli.......)"

"Korku içindeyiz. Sürekli birşeylerden korkuyoruz. Yarın gözümüzü ekonomik krize açıp bir anda borçlarımızın katlanmasından… Durakta beklerken bir bombayla paramparça olmaktan… Hiç beklemediğimiz bir anda işsiz kalmaktan… Tüm yaşamımızın bir anda değişmesinden… Çocuklarımıza karanlık bir dünya bırakmaktan… Korkuyoruz! Korktukça içimize kapanıyoruz, yalnızlaşıyoruz, mutsuzlaşıyoruz! Tam da mutsuzluğun dibine vurduğum birgünde bir kitapçı vitrininde karşılaştım Doğan Cüceloğlu'nu son kitabıyla. Kitap adıyla tavladı beni : Korku Kültürü! Kitabın alt başlığı adından bile güzel: Niçin Mış Gibi Yaşıyoruz? Psikoloji Profesörü Cüceloğlu ile TV8'de Cumartesi sabahları yayınlanan programının çıkışında konuştuk. Uzun ve epey öğretici konuşmanın sonunda anladım ki Türkiye'nin suyu hasta! Niye mi? İşte Doğan Cüceloğlu'nun ağzından nedenleri… Bir arkadaşım anlatmıştı. Japon balığı almış. İşten sonra evine gidip balığını seyrediyormuş. Şahaneymiş seyretmesi, böyle dalga dalga gidiyormuş balık. Ama bir süre sonra balık yan yatmış, debelenmeye başlamış. Kavanoza koyup deniz biyoloğu olan bir arkadaşına götürmüş. Biyolog incelemiş, demiş ki;
- İyi haberim var, kötü haberim var, hangisinden başlayayım?
- Hangisinden istersen
- İyi haberim balık hasta değil. Kötü haberim suyun hasta.
- Su hasta olur mu ya?
- Evet olur, iyi oksijen almıyor bu su. Bundan dolayı bir bakteri girmiş. Ve bu bakteri balığın sinir sistemini böyle etkilemiş.
- Ne yapmam lazım?
- Balığın suyunu değiştireceksin, bir de pompanı değiştireceksin.
Su değişince, pompa sistemi değişince gerçekten de balık iyileşmiş bir süre sonra. Yine şahane biçimde dalga dalga gitmeye devam etmiş!
Bizim suyun hastalığı ne peki?
Korku kültürü.
Korku kültürü kavramını biraz açabilir misiniz?
Korku kültürü yaşamda gücü temel olarak kabul eder. Hayatta en önemli şey güçtür. Bu nedenle yaşam sürecinin kendisini sıfırlar. Mutluymuşsun, coşkuluymuşsun, zevk alıyormuşsun hiçbir önemi yok. Seni güçlü kılıyor mu kılmıyor mu ona bakacaksın. Bu da sonuçlarla belli olur. Mevki edindin mi, para kazanıyor musun, şöhretli misin, göster bana! Böylelikle yaşamın bir süreç olarak değeri yok, güç temel değerdir. Güçlü olan haklıdır, çünkü o güçlüdür. Güçlü olanın denetleme hakkı vardır, çünkü o güçlüdür. Yönlendirir. Böylelikle tüm ilişkiler ve yaşam onun üzerine oluşmaya başlar. O nedenle böyle bir toplumda insan insana ilişki yoktur, güçlü güçsüz ilişkisi vardır. Kadın erkek ilişkisi yoktur, güçlü güçsüz ilşkisi vardır. Patron işveren ilişkisi yoktur, güçlü güçsüz ilişkisi vardır. Bir toplumda 'Sen benim kim olduğumu biliyor musun?' diye soruluyorsa o toplumda güçlü güçsüz ilişkisi vardır!
Korku kültüründe insanların ilk karşılaştıklarında akıllarından geçen şudur: Şimdi burada kimin borusu ötecek. O yüzden kolay kolay gülümsemezler, başka tarafa bakarak el sıkarlar. Yani diyor ki: Yersen, burada baba benim. Böyle durumlarda ben kendimi nasıl tanıtacağım. Profesör Doktor Doğan Cüceloğlu. Mutlaka mevkimi söyleyeceğim. Yani işte 15 kitap yazdım, tv programı yapıyorum, filan, filan… Bir kıdem listesi yapacağım sana güçlü olduğumu göstermek için. Çingeneler kavga ettiğinde bende bu var diye sende ne var diye atışırlarmış ya… Bizdekinin aynı. Adam kitap yazıyor, üzerine Prof bilmem kim diye titrini yazdırıyor, ne gerek var?

Korku kültüründe eşit ilişki yoktur, kim daha güçlü, kim daha üstün ilişkisi var. Daha evlenirken bu karı koca ilişkisinde kendini belli eder, ilk gece gözünü korkutuyor, ilk gece. Anne baba çocuk ilişkisinde de öyle.

Anne baba ilişkisinde nasıl?
Çocuk bir kere 0 - 7 yaş arasında müthiş bir mücadele veriyor.
Ne mücadelesi veriyor? Varolma mücadelesi veriyor. 'Yemiyeceğim' diyor, 'Doydum' diyor. 'Yiyeceksin' diye ağzına tıkıyoruz kaşığı. 'Aç değilim' diyor. 'Hayır açsın' diyoruz. Düşünebiliyor musun ya? Şu işkenceyi düşünebiliyor musun?

Geçen gün üniversite öğrencilerinden oluşan 70 kişilik bir gruba konuştum. Bir kız öğrencinin önüne gittim. 'Merhaba' dedim ama görüyorum nasıl korkuyor. İnşallah doğru cevap veririm kaygısı var yüzünde. 'Sabahleyin karşılaşsak ben sana sorsam 'Uykunu alabildin mi?' diye. Uykunu alıp almadığını bilebilir misin?' dedim. 'Bilmem, belki' dedi. Bu çok acı birşey. 'Peki' dedim 'Senin uykunu alıp almadığını senden daha iyi bilecek kim var?' Ona da cevap veremedi. Üniversite öğrencisi bu! Yandaki arkadaşa döndüm. 'Aç mısın tok musun bilir misin?' dedim. Cevap veremedi, ııığğğ filan yapıyor. 'Senin aç ya da tok olduğunu senden daha iyi bilebilecek biri var mı?' dedim. 'Lokantacı 'dedi. Bunlar üniversite öğrencisi! Bunlar bu kadar sınavdan sonra üniversiteye girebilmiş seçilmiş insanlar! Ama düşünün öyle bir yaşamı boşaltma durumu var ki çocuk aç mı uykusuz mu bilmiyor.

Ve ben psikolog olarak şunu söylüyorum. Bir insanın yaşamının temeli 0 - 7 yaş arasında atılıyor. Bir vatandaşın vatandaşlığının temeli de 0 ile 7 yaş arasında atılıyor. Neye benziyor bu biliyor musun, eğer siz bir çocuğa 0 - 7 yaş arasında Türkçe öğretemezseniz, ondan sonra da düzgün Türkçe konuşamaz, ona benziyor. Eğer çocuklarınıza 0 ile 7 yaş arasında vatandaş olma bilinci veremezseniz ondan sonra ikinci dil öğrenirmiş gibi zorlukla aksak öğreneceklerdir.

O zaman o üniversitelinin aç olup olmadığını bilmemesinin nedeni de annesinin çocukken aç olmadığı halde zorla yedirmesi mi? Onun adına kararlar vermesi mi?
Bu ufak bir örnek. Genel olarak çocuğa verilen mesaj önemli. 'Sen küçüksün bilmezsin büyükler bilir. Sen kimsin ki…' Bu genel mesaj yerleşince' Ben kimim ki, otorite daha iyi bilir' inancına dönüşüyor. Korku kültürünün özü bu! Öyle olunca yaşam tamamıyla gerçeğin araştırılması değil, özgürce bir yolculuk değil, bireylerin, grupların, cemaatlerin birinden daha güçlü olma mücadelesine dönüyor.

Türkiye'de siyasal anlamda yaşanan da bu değil mi?
Evet! İşte bu korku kültürünün aksi olan saygı kültüründe çok temel bir değer vardır. O da gerçeğe saygıdır. Üniversite neden vardır? Gerçeği keşfedip,öğrenip, yaymak için vardır. Oysa bu korku kültürünün umurunda değil. Korku kültüründe üniversite makam için vardır, mevki için vardır, daha güçlü olmak için vardır. Araştırma yapmaktan daha çok nasıl kulis faaliyetleriyle, ayak oyunlarıyla makam elde edileceği öğrenilir. Ayakta kalanlar, mevki, makam sahibi olanlar bunlardır. Ve bunlar bir öğrenci çok akıllı ve yetenikliyse korkarlar, onu asistan almazlar. Sadece üniversitelerde değil, hiçbir yerde çok akıllı adam istemezler Türkiye'de. Evet, çünkü tehlikesin. Ama ben 25 yıl yurtdışında bulundum. Orada adamın seni sevmesi veya sevmemesi üçüncü dördüncü derecede ilgilendiği birşey. 'Sevmem ama harika bir kafası var, ondan dolayı buraya getirmek zorundayım' diyor. 'Arkadaşım olarak görmem ama hakkını veririm' diyor.

Şöyle düşünmek lazım. Hepimiz bir ekibin parçasıyız. Ben şu çocuğun (parkta oynayan çocuğu işaret ederek) daha mutlu olmasının bir parçasıyım. Herkes böyle düşünmeli. O çocuk mutsuzsa emin ol şu veya bu şekilde o mutsuzluk benim hayatımı etkiler. Trafiği düşün, herbir kişinin araba kullanışının kalitesi diğerinin hayatını etkiler. Sarhoş ise, yorgun ise, hızlı ise trafikteki herkes etkilenir. Toplumda da öyle. Ben buna biz bilinci diyorum. Korku kültüründe biz bilincinin gelişmesi mümkün değil. Ya ben bilinci denilen arsız saldırgan kültür gelişir, ya da sen bilinci denilen ezik kişiliksiz kültür gelişir. Arsızlar ezikleri daha da eziyor yani o zaman? Zaten sen diyenler 'Meee' diyor, 'Çoban yok mu? Uykum var mı yok mu bana söylesin, biri benim hakkımı korusun.' Mesela sınıfa girin öğretmen olarak. Korku kültürüyle yetişmiş çocuğa güleryüzlü davranın, 'Günaydın çocuklar nasılsınız?' filan deyin. Üç dört ders sonra size parmak atmaya kalkarlar. Siz üzülürsünüz ben bunlara insan muamelesi yapıyorum, yaptıklarına bak diye. Size süratle öğretirler nasıl öğretmen olunması gerektiğini. Demek ki korku kültüründe korkutulma ihtiyacının giderilmesi için korkutan birisinin olması lazım. El ve eldiven gibi. Ve bu bir yaşam felsefesi. Mesela korku kültüründe yetişmiş kadınlar da korkutan erkek ister. Onları korkutmayana 'Ne biçim erkek' derler. Türkiye'de yüzde kaç korku kültürü hakim? Şimdi belirli bir azınlık grup var. İnsan hakları, çocuk hakları diyen, insanca bir yaşam isteyen, birbirlerine 'Günaydın' demek isteyen, trafik kurallarına uyan… Benim gördüğüm kadarıyla çok az… Ve bu insanlar çok yalnız. Eğer Türkiye'de uygar insan gibi yaşamaya çalışırsanız süratle kendinizi keriz olarak görürsünüz. O sınıfa girip de 'Günaydın' diyen öğretmenin durumuna düşersiniz. Başınıza gelmedik kalmaz yani? Kendinizi korursunuz ama o zaman da kendinize yabancılaşırsınız. Bir mutsuzluk yaşamaya başlarsınız. Ve altını çizmek lazım. Kimsenin kabahati yok. Kimse kötü niyetle yapmıyor bunu. Bildiği başka bir şey yok.
0 - 7 yaş aralığında bunu öğreniyor. Bildiğini de gelecek nesle bağırta çağırta aktarıyor. Bu böyle gidiyor. Nasıl ki alfabeyi değiştirmek için seferberlik yaptık, köy köy gezip anlattık. Bence bizim ana babalığı öğrenmemiz için de aynı şey lazım. Çok ciddi olarak ve bilimsel olarak. Ve bunu herhangi bir ideolojinin herhangi bir güç kapma yarışının parçası haline getirmeden yapmak çok önemli. Türk politika tarihinde korku kültürü ne kadar hakim? Hep korkutularak mı yönetilmiş Türkiye? Korku kültürünün dışında başka bir akım olmamış. Avrupa'nın yaşadığı aydınlanma, birey olma hakkı mücadelesi olmamış. İşte Atatürk devrimleriyle bunu yapmaya çalışmış. Fakat korku kültüründe yetişmiş insanlar onu da hemen bir canavar haline getirip iki kampa ayrılmış, hangisi güçlü olacak mücadelesi yapıyor. İki tarafında anlaştığı temel değerler nedir konusunda bir araştırma içerisine girmiş değiliz. Ben şimdi olanların hepsini korku kültürü içinde bir mücadele savaşı olarak görüyorum, Bu da bana acı veriyor. Bir de bu savaşın, bu en tepedeki güç savaşının bizlerde, sıradan insanlarda yarattığı korkular var. Herkes endişeli, kaygı içinde ve mutsuz.

Gerçeğe saygı bir değer olarak kurumlarda yaşamıyorsa o zaman benim çok dikkat etmem gereken şeyler var. Ailem var, işim var, düzenim var. Yaşamımı devam ettirmek için benim ya çok güçlü olmam lazım ya da çok güçlü bir ekibin parçası olmam lazım. Bütün mücadele böyle dönüyor şimdi Türkiye'de. Karşı tarafın hakları umurunda değil, zerre ilgilendirmiyor. Bir onların gözüyle bakayım diye kimse demiyor. Çünkü bakarsa gücünü kaybediverir. O yüzden herkes yüzde 100 haklı olduğunu iddia ediyor. O yüzden de diyalog imkanı ortadan kalkıyor. Diyalog imkanının olabilmesi için herkesin 'Arkadaş sen de ben de farklı bakıyoruz ama müşterek bir gayemiz var' diyebilmesi lazım. Müşterek kabul ettiğimiz kriterler olması lazım. Bu kriterler yok. O yüzden ben sana baktığımda acaba hangi taraftan diyorum. Sana da sormuyorum, güvenim yok, alttan alttan anlamaya çalışıyorum. Benim gördüğüm kadarıyla hem parti içi hem partiler arası politika güç mücadelesinden başka birşey değil. Kim mevkiye makama gelirse nemalanma durumu olarak görüyorum bunu. İçten içe hepimiz de bu böyle olur diye kabul etmişiz. O nedenle korku kültürünü bizim en önemli baş belamız olarak görüyorum. Henüz daha farkında değiliz nasıl ki balık suyun farkında değil, biz de korku kültürünün farkında değiliz.
Bizim de suyumuz mu hasta? Aynen öyle, akvaryumun suyu aynı olduğu sürece yeni balıklar koysan bile bir süre sonra onlar da hastalanır. Şimdi biz ne yapıyoruz, milletvekillerini suçluyoruz. Sanki onlar gökten zembille indi. Onlar da bizim balığımız! Peki suyu iyi etmek için ne yapmak lazım? Suyun ilacı ne? Değerler! İlk değer gerçeğe saygı. Anne baba olarak çocuğunun gerçeğine saygı duyacaksın. İkinci değer, gerçeğe sevgi. Anne baba olarak çocuğunu seveceksin. En önemlisi de yaşama saygı. Çocuğun kendi yaşamında kendisi olarak var olabilmesine saygı duyacaksın!"

Kitap özeti ve Cüceloğlu'nun birbirinden değerli eserleri için bu adresten de faydalanabilirsiniz; http://www.dogancuceloglu.net/

23 Eylül 2010 Perşembe

Abraham Lincoln'un, Oğlunun Öğretmenine Yazdığı Mektup


"Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını,
fakat şunu da öğret ona:

Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya kendini adamış bir
lider vardır.

Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan
uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona.

Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını... Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği zamanlar da tanı...

Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.

Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi...

Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona.

Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.

Tüm insanları dinlemesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret...

Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile nasıl gülümseyebileceğini öğret ona.

Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini... Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.

Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret.

Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine sahip olsun, Bırak cesur olacak kadar sabrı olsun.

Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır... Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsen bir bakalım... O ne kadar iyi, küçük bir insan, oğlum..."

Alıntı

22 Eylül 2010 Çarşamba

Günaydııın:))


Tarkan'ın karizmatik ve yepyeni fotoğrafıyla güne başlarken Adımı Kalbine Yaz albümüyle ilgili Belginciğimin yorumuna katılarak Tarkan'ın albümünde hiç bıkmadan evir çevir zevkle dinlediğim Top 5'in sıralamasını sonunda yapıyorum;

1- SEVDANIN SON VURUŞU
2- 10.şarkı; Adımı Kalbine Yaz - Mix (2.den daha hareketli)
3- 3.şarkı; İşim Olmaz
4- 5.şarkı; Öp,öp,öp do-ya-ma-dım:))
5- 4.şarkı; Kayıp

Günümüz güzel geçsin hepimizin...

Dün akşam neler oldu derseniz işyerinden biraz geç çıktım, eve yetişip kuru temizlemeciden gelen eşim ve bana ait bilumum ceket, trençkot, palto türü eşyaları teslim aldım, yerleştirdim. Fırında soslu tavuk ve mercimek çorbasını ülüttükten sonra, 8 gibi Carrefour'da okul alışverişi keşmekeşine katıldım, hatta yetinmedim alamadıklarımızı kırtasiyeden almak için bir de oralara uğradım. Eve geldiğimde 10'a geliyordu, yorgun bitkin vaziyette 4-5 defter kitap kapladım, nasıl uyuduğumu bilmiyorum. Kuzu yorgundu ama keyfine diyecek yoktu maşallah.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Başarılı, mutlu bir öğretim yılı olsun...


Bugün güzel güneşli bir Pazartesi; yeni eğitim-öğretim yılının bütün öğrencilerimiz için sağlık, mutluluk, neşe ve başarı dolu bir yıl olmasını temenni ediyorum. Allah zihin açıklığı versin hepsine...

Biz de her ne kadar Çarşamba gününe yetişmesi gereken raporlar var ise de, bu özel günü kutlamak adına şirketten arkadaşlarımızla yiyelim, içelim, güzelleşelim diyerek Ali Usta'ya gittik. Anlayacağınız çocuklar okulda biz doyurucu bir telaşdaydık; Aylin, Aysu, Dürdane, Gülperi, Nalan, Serap ve Ben:)) İyi ki varsınız dostlar...

Döner dönmez künefenin ballı tadı ağzımdan kaybolmadan ve yoğun işlere başlamadan sizlere çok etkileyici bir paylaşımla Merhaba demek istedim, sanırım iyi de ettim:)) Keyif dolu güzel bir hafta olsun.

ÖĞRENDİM
İnsanlara kendimi zorla sevdiremeyeceğimi öğrendim
Yapabileceğin tek şey sevilebilecek biri olmak
Gerisi onlara kalmış
İnsanları ne kadar düşünürsen düşün,
Onların seni o kadar düşünmediklerini öğrendim
Güven elde edebilmek için yılların gerektiğini öğrendim
Ama yok etmek için saniyelerin bile yettiğini öğrendim
Önemli olanın hayatındaki eşyaların değil
Hayattaki kişilerin olduğunu öğrendim
İnsanın ancak 15 dakika çekici olabildiğini
Ondan sonra alışıldığını öğrendim
Kendimi karşılaştırmak için başkalarının en iyi yaptığını değil
Kendi en iyi yaptıklarımı kıstas almam gerektiğini öğrendim
İnsanlar için olayların değil onların daha önemli olduklarını öğrendim
Her ne kadar ince kesersen kes
Kestiğinin her zaman iki yüzü olacağını öğrendim
Sevdiğin kişilere sevgi dolu sözler söylemen gerektiğini
Belki bunun onu son defa görüşün olabileceğini öğrendim
Her ne kadar onu çok düşünsen de
Yine de gidebileceğini öğrendim
Kahramanların, yapılması gerekenleri ne pahasına olursa olsun,
Yapanlar olduğunu öğrendim
İnsanların seni hep hesapsız sevdiğini ama bunu nasıl gösterebileceklerini bilmediklerini öğrendim
Sinirlendiğimde gerçekten buna değse bile asla acımasız olmamam gerektiğini öğrendim
Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın aramızda uzak mesafeler olsa bile büyüdüğünü öğrendim
Birisinin seni istediğin gibi sevmemesi
Onun seni tüm benliğiyle sevmediği anlamına gelmediğini öğrendim
Bir arkadaşın ne kadar iyi olursa olsun seni üzeceğini
Ve senin yine de onu affetmen gerektiğini öğrendim
Bazen başkaları tarafından affedilmenin yetmediğini öğrendim
Kendinde affetmeyi öğrenmelisin
Kalbin ne kadar kırılmış olursa olsun,
Dünyanın senin acılarından dolayı durmayacağını öğrendim
Geçmişimiz ve durumumuzun olduğumuz kişiliği etkilediğini
Ama olmamız gerekene karşı sorumlu olduğumuzu öğrendim
İki kişinin tartışması birbirini sevmedikleri anlamına gelmediğini öğrendim
Ve tartışmadıkları zamanda sevdikleri anlamına gelmediğini
Bazen kişiliğini eylemlerin önüne koyman gerektiğini öğrendim
İki kişinin tamamen aynı olan şeylere baktıklarında bile
Farklı şeyler görebildiklerini öğrendim
Hayatlarında her zaman dürüst bir şekilde daha ileriye gitmek isteyen
kişilerin sonuçları önemsemediklerini öğrendim
Seni doğru dürüst tanımayan kişilerin
Hayatını birkaç saat içinde değiştirebileceklerini öğrendim
Verebileceğin bir şey kalmadığında bile arkadaşın ağladığında
Ona yardım edebilecek gücü bulabildiğini öğrendim
Yazmanın konuşmak kadar duygusal gayret gerektirdiğini öğrendim
En fazla önemsediğim kişilerin, benden hep uzaklaştırıldıklarını öğrendim
İnsanları üzmeden duyarlı olarak kendi fikirlerini söylemenin
Çok zor olduğunu öğrendim
Sevmeyi
Ve sevilmeyi öğrendim
Öğrendim...

(alıntı)

17 Eylül 2010 Cuma

Cuma keyfi bu olsa gerek:)

Fonda sabırsızlıkla raflara yerleşmesini beklediğim, çıkar çıkmaz albümlerini aldığım Tarkan, Sertab Erener ve Yaşar var bu aralar... Müziği severim, beni dinlendiriyor, keyiflendiriyor, üstelik hepsi birbirinden güzel albümler herkese tavsiye ederim, almadıysanız mutlaka alın. Mega Vizyon'da cama yapıştırılmış "Tarkan'ın yeni albümü Sevdanın Son Vuruşu çıktı" afişini görünce nasıl heyecanlandığımı anlatamam 4-5 şarkı var ki aylardır beni dinlerken mutlu ediyor... Biz aşkı her ne kadar çiçekle, böcek gibi dolu dolu yaşamayı sevsek te bu şarkının bıraktığı ilk sorularına pozitif cevap verme hissi muhteşemm:))
Tarkan - Sevdanin Son Vurusu

Sertab'ın albümünü benzin alırken cicili bicili albüm kapağını görünce farketmiştim, kaçırır mıyım hiç? O ne muhteşem keyifli bir şarkı, aşk tazeletir cinsten, süperr; Renga Rengarenk:)) Yaşar'ı ilk albümlerinden beri ezber yapıp, ailecek çok sevdiğimiz için ve seyahat esnasında radyoda dinlerken koyulaştırdığım sözleri mırıldanıp bana baktığını farkettiğim aşkıma emrivaki hediye modunda aldırdım:)) İyi de etmişim, harika bir albüm, hayran kaldım. Yüreğinizden sevgi, gözlerinizden ışıltı, yüzünüzden neş'e eksik olmasın, sevgiler...

Yaşar – Yüreğimi Kaybettim

Yüreğimi kaybettim
Yüreğim yerinde yok ki
Bir elim sana uzanıyor
Tutamıyor seni

Gece yarısında mı
Sokak arasında mı
Çalışmayan telefonla mı arıyorsun

Gece yarısındayım
Hece arasındayım
O güzel gözlerinin karasındayım

Sen beni yanlış yerlerde arıyorsun canım
Sen beni bazen bazen de hiç aramıyorsun gülüm

İçindeyim senin
Hani o tatlı serserin
Hatırına eski günlerin
Ah sevgilim ay sevgilim

Sen hangi hasretim
Hangi aydan kalan
Kardan sonra açan
Güneşim çiçeğim ay sevgilim

Sen çırpınan denizde
Sen aranan liman
Ben ümitli gemi
Ararım seni ararım seni bıkmam

Mutlu hafta sonları herkese...


Her zaman yaşam nehriyle birlikte git. Asla akıntıya karşı gitmeye, nehirden hızlı akmaya çalışma. Sadece mutlak bir rahatlık içinde, her an kendini yuvada, rahat ve varoluşun içinde huzurlu hissederek git.

Unutmaman gereken şey yaşamın kısa değil sonsuz olduğu ve bu yüzden de aceleye hiç gerek olmadığıdır. Acele etmek yalnızca bir şeyleri kaçırmana neden olur. Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür. Biz hep buradaydık ve hep burada olacağız; tabi ki aynı biçimlerde, aynı bedenlerde değil. Yaşam evrimleşmeye, daha yüce evrelere erişmeye devam ediyor. Ama bunun bir sonu olmadığı gibi bir başlangıcı da yok. Başlangıçsız bir yaşamla, sonsuz bir yaşamın ortasında var oluyorsun. Daima bu iki taraflı sonsuzluğun ortasında yer alıyorsun. Varoluşun gizemlerini soruşturmaya bıraktığın anda varoluş kapılarını sana açar, seni buyur eder. Ve varoluşun gizemlerine bir misafir olarak girmek onurlu bir şeydir. Doğaya saldırmak, doğayı zorlamak ise barbarlıktır. Altın gelecek işte bu olacaktır; bilim varoluşla bir mücadele veya çekişme yerine bir aşk ilişkisine girdiğinde; onunla tezat olarak değil, derin bir ahenk, derin bir dostluk içinde var olabildiğinde...

OSHO - Altın Gelecek