21 Aralık 2011 Çarşamba

Birçok hastalığa şifa kaynağı: AYVA!

Tereyağında pişirilince bronşite iyi geliyor!

Birçok hastalığa şifa olan ayva, kalp, akciğer, boğaz, mide, göz, bağırsak ve ağız rahatsızlıklarının tedavisinde faydalı.Tereyağında pişirilen ayva, balgamı söküyor, kronik öksürüğe, solunum sistemi hastalıklarına ve bronşite iyi geliyor.

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Yorulmaz, birçok hastalığa şifa olan ayvanın kalp, akciğer, boğaz, mide, göz, bağırsak ve ağız rahatsızlıklarının tedavisinde faydalı olduğunu söyledi.

Ayvanın birçok rahatsızlığın giderilmesi ve korunmasında etkin olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Yorulmaz, şu bilgileri verdi.Prof. Dr. Yorulmaz, ayvanın faydalarının çok eski çağlardan beri bilindiğini belirterek, “Romalılar parfümden, bala kadar her şey için ayvanın meyve ve çiçeklerini kullanmışlar” dedi. Dünyada en fazla ayva üretimi yapan ülkeler içinde Türkiye’nin de bulunduğunu belirten Yorulmaz, şöyle konuştu:
“Bu mevsimde her yerde oldukça ucuz fiyata ve bol miktarda ayva bulmak mümkün. Ayvanın meyvesi gibi çekirdeği ve yaprakları da işe yaramakta boya ve kozmetik sanayinde, tıpta da ilaç yapımında kullanılmaktadır. Ayva, protein, şeker, organik asit, A, B2 ve C vitamini ve demir, bakır, potasyum gibi minerallerden zengin, tohumları ise yağ ve protein içermektedir.

Ayva çiçeği kaynatılınca anne sütünü artırıyor!
“Ayva, çocuklarda sağlığı korur, büyüme ve gelişmeyi hızlandırır. Birçok hastalığa şifa olan ayva, kalp, akciğer, boğaz, mide, göz, bağırsak ve ağız rahatsızlıklarının tedavisinde faydalıdır. Her yaşta sinir sistemini güçlendirir, mide ve bağırsakları zararlı mikroplardan koruyarak hazımsızlık gibi sorunları önler. Cildi ve tırnakları zinde, parlak ve daha sağlıklı hale getirir.

Grip ve nezle de iyileşmeyi hızlandırır. Ayva ya da ayva suyu ishalin geçmesi için de çok faydalıdır. Meyvesi veya meyvesinden hazırlanan şurup ve komposto ishale iyi gelmektedir. Vücudun gücünü artırarak, zinde tutmaya yardımcı olarak yorgunluk ve bitkinlikten korur. Ağız kokusunu önler. İçerdiği vitamin ve minarelerle kalp ve damar hastalıklarından koruduğu, varisi önlediği ve varis tedavisine yardımcı olduğu, cinsel gücü artırdığı bildirilmektedir. Kandaki kötü kolesterolü düşürerek damar sertliğinden korur. Ayva hoşafı ağızdaki yaraların iyileşmesini hızlandırır. Tereyağında pişirilen ayva, balgamı söker, kronik öksürüğe, solunum sistemi hastalıklarına ve bronşite iyi gelmektedir.”
Ayva çiçeği ve kabuklarının da çok faydalı olduğunu bildiren Yorulmaz, “Ayva çiçeği kaynatılıp içildiğinde annelerin sütünü artırır, kalbi güçlendirir ve baş ağrısına iyi gelir. Ayva kabuklarının kaynatılıp içilmesi, idrar yolu iltihaplarında iyileşmeyi hızlandırır” dedi.
Ağızdaki yaralar, boğazdaki şişlik ve ağrı için ayvanın kendisi ya da yapraklarının kaynatılıp suyu ile gargara yapılabileceğini belirten Prof. Dr. Yorulmaz, dudak çatlamalarını önlemek ya da iyileştirmek içinde ayva çekirdeklerinin kaynatılıp dudakların bu suyla yıkanması gerektiğini söyledi.

Prof. Dr. Yorulmaz, ayva yapraklarının çay gibi demlenip içildiğinde sakinleştirdiğini ve uykusuzluğa iyi geldiğini ifade ederek, şeker içeriğinin düşük olması nedeniyle şeker hastaları tarafından da yenilebilen bir meyve olan ayvanın hem meyvesi, hem yaprağı, çiçek hatta tohumları ile son derece faydalı bir meyve olduğunu kaydetti.

Kaynak: AA

6 Aralık 2011 Salı

Hayattan tat alın...

Üzülüyorsun, takma diyorlar.
Kızıyorsun, değmez diyorlar.
Boş veriyorsun gamsız diyorlar.
Konuşuyorsun, muhatap olma diyorlar.
Çekip gidiyorsun, mücadele et diyorlar.
Alttan alıyorsun, tepene çıkardın diyorlar.
Bağırıyorsun, sakin ol diyorlar.
Aklı başında davranıyorsun, bu kadar uslu olunmaz diyorlar..

Ölünce ne diyecekler?
Muhtemelen ...ölüm sana yakışmadı.
Normal tabii, dirimizi beğenmediler ki ölümüzü beğensinler.


Neyzen Tevfik demiş ki:

Hayat, çatlak bardaktaki suya benzer.
İçsen de tükenir içmesen de.
Bu yüzden hayattan tat almaya bak.
Çünkü yaşasan da bitecek yaşamasan da...

18 Kasım 2011 Cuma

HAYIRLI VE BEREKETLİ CUMALAR...

Ümmü Eymen (r.a)

Ümmü Eymen radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin dadısı... “Annemden sonra annem” diye hürmet ve iltifat gören, hayatta iken cennetle müjdelenen, fedakâr bir hanım anne... Fahr-i Kâinat Efendimizin babası Abdullah’ın câriyesi...

O, Habeşistan’lıdır. Asıl adı Bereke binti Sa’lebe’dir. “Ümmü Eymen” künyesiyle meşhurdur.

O, ilk defa Hazrecoğullarından Ubeyd İbni Zeyd ile evlendi. Eymen adında bir oğlu oldu. Bu ilk çocuğuna nisbetle “Ümmü Eymen” diye künye aldı.

Ümmü Eymen uzun yıllar sevgili peygamberimizin babası Abdullah’ın câriyesi olarak peygamber ocağının hizmetlerini gördü. Onun vefatından sonra da aynı evde kaldı. Artık hem anne Âmine’nin, hem de varlık Nuru Muhammed’in yardımcısı oldu.

O, hizmetli, şefkatli ve sevgi dolu bir gönle sâhipti. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz beş-altı yaşlarında iken annesi Hz. Âmine (r.anhâ) Ümmü Eymen’i de yanına alarak birlikte Medine’ye doğru bir yolculuğa çıktılar. Hem kocası Abdullah’ın kabrini, hem de dayızâdelerini ziyaret etmek istediler. Bir ay kadar Medine’de kaldılar.

Ümmü Eymen becerikli, işbilir bir hanımdı. Candan hizmetiyle kendini sevdirmişti. Varlık Nuru Muhammed’in üzerine titriyor ve gözünü ondan ayırmıyordu. Onu yabancı gözlerden, kötü niyetli insanların bakışından korumağa çalışıyordu. Birgün başına şöyle bir hâdise geldi. Kendisi şöyle anlatır:

“Birgün Yahûdî âlimlerinden iki kişi yanıma geldi. Ahmed’i yanımıza çıkar da bir görelim dediler. Ben de o nur Ahmed’i yanlarına çıkardım. Çocuğu uzun uzun süzdüler. Her tarafına baktılar. Sonra şunları söylediler: “Bu çocuk beklenen son peygamber olsa gerek. Burası da onun hicret edeceği yer. Bu memlekette çok büyük savaşlar olacak, büyük hâdiseler vukû bulacaktır.” dediler.

Ümmü Eymen bir annenin üzerine titrediği gibi yavrusuna dikkat ediyordu. Ona bir zarar vermelerinden korkmağa başladı. “Sevgili oğlunun” yanından hiç ayrılmamaya çalıştı. Nihayet Mekke’ye dönmeğe karar verdiler.

Üç kişilik kafile Medine’den ayrılıp Mekke’ye doğru hareket ettiler. Neşeli bir şekilde yollarına devam ederek Ebvâ köyüne kadar geldiler. Yolda rahatsızlanan Hz. Âmine (r.anhâ) burada biraz istirahat etmek istedi. Fakat hastalığı şiddetlenerek artmaya başladı. Ümmü Eymen bir tarafta Hz. Âmine annemize hizmet ederken yavrucuğu nur Muhammed’den de gözünü ayırmıyordu. Annesinin başucunda oturan geleceğin peygamberi Varlık Nuru Can Ahmed sevgili anneciğinin çektiği ıstırablardan dolayı gözyaşı akıtıyordu. Artık anneciğinden ayrılacağı kanaati kendine gelmeye başladı. Sevgili annesi Hz. Âmine (r.anhâ) da yavrucuğunun yüzüne bakıyor, kendi acılarını unutarak onu düşünüyordu. Nur Muhammed’inden ayrılacağı hissi onu da kaplamıştı. Hastalığı da gittikçe şiddetlenmekteydi. Bir ara gördüğü rüya hatırına geldi. Sevgili yavrusunun nur yüzüne bakarak ona şöyle hitab etti:

“Ey mübarek çocuk! Ey dünyaya bulaşmadan bir konup, sonra uçup giden güvercin (Abdullah)’ın oğlu! Baban her şeyin sahibi ve her şeyi bilen Allah’ın yardımıyla oklarla kur’a çekildiği günün sabahı yüz deve karşılığında kurban edilmekten kurtulmuştu.

“Yavrucuğum! Eğer rüyada gördüklerim çıkarsa sen bütün insanlığa gönderilecek ve helâl-haramı öğreteceksin. İnsanları hakîkate ve İslâm’a ulaştıracaksın. Baban İbrahim’in dininde olacaksın. Allah seni bütün putlardan ve putperestlikten koruyacaktır. Senin dâvân insanlık durdukça devam edecektir.

Her canlı ölecek, her yeni eskiyecek, her yaşlı dünyadan ayrılıp gidecektir. İşte ben de ölüyorum. Fakat adım ebediyyen kalacak. Çünkü arkamda hayırlı ve tertemiz bir evlâd bırakıyorum.” diyerek son sözlerini bitirdi. Sonra ciğerpâresi yavrucuğunu önce Allah’a sonra da dadısı Ümmü Eymen’e emanet etti. Otuz sene gibi kısa bir ömür süren Hz. Âmine (r.anhâ) annemiz çok geçmeden ruhunu Yüce Rabbimize teslim etti.

Dünyaya gelirken baba yetimi olarak doğan sevgili Peygamberimiz altı yaşına girerken de anneden ayrılarak öksüz kaldı. Yüce Rabbimiz onu kendisine seçmişti. Kimseye güvenip dayanmasını istemiyordu. Onu hayatın türlü acılarıyla yetiştirerek ahlâkın en zirvesine çıkarmak istiyordu. En kâmil insan, en güzel insan olarak kıyamete kadar gelecek insanlığa “üsve-i hasene” “örnek insan” olması için kendinden başkasına güvenip dayanmasını istemiyordu. “Şüphesiz ki sen en yüce ahlâk üzeresin” (Kalem sûresi: 4) hitabına lâyık kılmak istiyordu.

Ümmü Eymen sırtına ağır bir yük yüklendiğinin farkında idi. Bundan sonra o varlık nûruna öyle hizmet etti ki, annesinin yokluğunu hissettirmemeğe çalıştı. Bunun için elinden gelen fedakârlığı göstermeye gayret etti. Varlık nuruna öz evlâdı gibi baktı. Onu bağrına bastı ve şu sözleriyle teselli etti:

“Üzülme, ağlama canım Muhammed’im! İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. An da O’nun, mal da. Hepsi bize emânet. O nasıl vermişse öyle alır.” dedi.

Hz. Âmine (r.anhâ) Ebvâ köyüne defnedildikten sonra Nur Muhammed’i Mekke’ye götürme vazifesi Ümmü Eymen’e kaldı. Birlikte iki deve üzerinde mahzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştılar. Ümmü Eymen gözyaşları arasında Can Ahmed’i dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.

Ümmü Eymen Can Ahmed’e evleninceye kadar candan hizmet etti. Bir anne şefkatiyle onu bağrına bastı. İki Cihan Güneşi Efendimiz de evlendikten sonra fedakâr dadısını hiç unutmadı. Ona her türlü hürmeti gösterdi. Ziyaretini eksik etmedi. Devamlı yardımına koştu. Bir evlâdın annesine göstereceği sevgi ve saygıyı gösterdi. O peygamber olarak gönderilince Ümmü Eymen ona ilk inananlardan oldu. İslâm’a dâvetinde onu yalnız bırakmadı.

Ümmü Eymen (r.anhâ) ilk müslümanların çektiği sıkıntıları, çileleri çekti. Fakat aslâ imanından taviz vermedi. Habeşistan’a ve Medine’ye hicret etti. Sevgili Peygamberimizi yalnız bırakmadı. Kocası Ubeyd İbni Zeyd ile mesud bir hayat yaşıyordu. Huneyn savaşında kocası şehid düşünce dul kaldı.

İki Cihan Güneşi Efendimiz her türlü yokluk, çile ve ıstıraplara göğüs geren fedakâr dadısı Ümmü Eymen (r.anhâ)’yı yalnız bırakmak istemedi. Birgün ashâbıyla otururken, “Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen Ümmü Eymen’le evlensin.” buyurdu.

Ümmü Eymen (r.anhâ) bu müjdeli haberi duyunca sevincinden gözyaşlarını tutamadı. Cennetlik olmak ne büyük bahtiyarlıktı.

Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimizin emrini yerine getirmek üzere ilk taleb evlâtlığı Zeyd’den geldi. Zeyd İbni Hârise (r.a) genç idi. Ümmü Eymen (r.anhâ) gibi yaşlı bir hanımla evlenmeye kalkması sadece Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin memnuniyetini kazanmaya yönelikti.

Efendimiz fedakâr dadısını genç sahâbisi Zeyd’e nikâhladı. Bu evlilikten İslâm’ın genç kumandanı Üsâme İbni Zeyd (r.a) dünyaya geldi.

Ümüm Eymen (r.anhâ) teslim ve tevekkül sâhibi bahtiyar bir hanımdı. En zor durumlarda dahî Cenâb-ı Hak’tan ümidini kesmezdi. Onun yardımının mutlaka kendisine ulaşacağına inanırdı. Hicret ederken Revhâ yakınlarında gecelemişti. Çok susamıştı. Yanında hiç suyu kalmamıştı. Ama Rabbinin kendisini gördüğüne inancı sonsuzdu. Bu inancın bu teslimiyet ve tevekkülün mükâfatını bazen peşin görürdü. İşte bu sefer de Rabbisinin yardımı yetişmişti. Semâdan beyaz iple sarkıtılmış bir kova gördü. Hemen o tarafa koştu. Varınca gördü ki, içi berrak, buz gibi su dolu. Kana kana içti. Tamamen susuzluğu geçti ve rahatladı. Bu vakayı kendisi naklettikten sonra: “Artık bundan sonra bana susuzluk hissi gelmedi. Bir daha susuzluk çekmedim.” dedi.

O gözü pek, cesûr, kahraman bir iman fedâisi idi. Allah ve Resûlû yoluna hayatını ortaya koymuştu. Uhud günü İki Cihan Güneşi Efendimizin etrafından dağılanlara pek üzülmüş ve onlara: “Burada iğ var! Bâri onu al da iplik bük! Kılıcını da getir bana ver. Kadınlarla birlikte çarpışayım.” diye serzenişte bulunmuştur.

O, Uhud günü diğer hanımlarla birlikte yaralıların tedavisinde çalıştı. Mücâhidlere su dağıttı. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin etrafından ayrılmadı.

O bir peygamber âşığı idi. Onunla birlikte sevinir, onunla birlikte üzülürdü. Birgün Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz hasta bir çocuğu kucağına almıştı Çocuk ağır hasta idi. Hep ıstırabından inliyordu. Rahmet Peygamberi Efendimiz çocuğun çektiği acıya dayanamadı ve gözlerinden yaş akıtmağa başladı. Efendimizin bu halini gören Ümmü Eymen de ağlama başladı. Şefkat Peygamberi Efendimiz ona: “Niçin ağlıyorsun?” dedi. O da: “Allah Rasûlü ağlarken ben nasıl ağlamam?” diye cevap verdi. Efendimize olan sevgisini bu davranışıyla göstermiş oldu.

Ümmü Eymen (r.anhâ)’nın sevgili Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Bazen ona şaka ile karışık iltifatta bulunurdu. Fakat o yüce peygamber latîfe yaparken dahi hakîkati ifade ederdi. Onu incitmeden neşelendirirdi. Birgün Ümmü Eymen (r.anhâ) İki Cihan Güneşi Efendimize gelerek: “Bana bir binek temin etseniz.” diye müracaatta bulundu. Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz ona: “Seni deve yavrusuna bindireceğim.” buyurdu. Bu nükteyi farkedemeyen Ümmü Eymen (r.anhâ): “Ya Rasûlallah! Yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki” dedi. Efendimiz tekrar: “Seni ancak bir deve yavrusuna bindireceğim.” buyurdu.

O, Rasûlullah (s.a)’in kendisiyle şaka yaptığını zannetti. Fakat Efendimiz bir hakîkati söylemekteydi. Her deve, bir deveden doğması sebebiyle deve yavrusu değil miydi?

Ümmü Eymen (r.anhâ) İslâm’ı öğrenme ve öğretme konusunda da çok gayretli idi. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin dâr-ı bekâya uçtuğu günde gözyaşlarını tutamamıştı: “Niçin bu kadar ağlıyorsun?” denildiğinde o: “Ben vahyin kesilmesine ağlıyorum.” demişti. Üzüntüsünde bile İslâmî gayret görülmekteydi.

Ümmü Eymen (r.anhâ) üç halife dönemini yaşamış gözü yaşlı, gönlü sevgi, şefkat ve merhamet dolu bir hanım sahabidir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.anhüm) sık sık ziyaretine giderlerdi. Ona lâyık olduğu hürmeti gösterirler, ihtiyaçlarını gidererek hizmet ederlerdi. O da gözü yaşlı bir hanımefendi olduğu için onları görünce hislenir, sevgili peygamberimizi hatırlar ve vahyin kesilmesine ağlardı. Hz. Ömer (r.a)’ın namazda yaralandığını öğrenince yine gözyaşlarını tutamamıştı. Etrafındakiler niçin bu kadar ağlıyorsun? diye sorunca: “Bugün İslâm zayıfladı” demişti.

Neşesi, kederi, sevinci, ağlaması hep Allah içindi. Bütün düşüncesi, davranışları, sözleri hep İslâmî gayret ve hassasiyetin bir neticesiydi. Yaşı bir hayli ilerleyen Ümmü Eymen (r.anhâ) Hz. Osman (r.a)’ın halifeliğinin ilk yıllarında rahmete kavuştu. Cenâb-ı Hak’tan onun gibi hassas yürekli, dinî gayrete sahip olabilmeyi ve şefaatlerine erebilmeyi niyaz ederiz. Amin.

Mustafa Eriş
Altınoluk Dergisi

17 Kasım 2011 Perşembe

GERÇEK: GÖRMEDİKLERİMİZ Mİ?

Şuuraltını etkilemeyi hedefleyen mesajlara “subliminal” adı verilir. Genel olarak “şuuraltına” yönelik gizli mesajlar olarak ifade edebiliriz. Kişinin şuuraltına “subliminal” mesaj göndermenin birçok yolu bulunuyor. Bunlardan en çok kullanılanları:

1. Dijital ses dosyalarına gizlenen işitsel yolları.

2. Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla şuuraltına itilen 25. kareler.

3. Reklam afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar.

Bu yöntem; bir ürünün reklamını yapmaktan, bir inancın ya da görüşün propagandasını yapmaya, psikolojik savaşa, uluslararası ilişkilere, yanıltıcı bilgilendirmeye kadar varan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Görsel ve işitsel olarak (şuurlu) algılananlar değil; şuuraltı seviyesinde algılanan söz, resim, görüntü ve şekillerden oluşur.

Bunlardan en çok kullanılanı dijital ses dosyalarına gizlenen ses mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği, işlenilmesi ve yayılması daha kolayolduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz.

Peki, sistem nasıl işliyor?

İnsan kulağı sadece belirli titreşim sıklığı aralıklarındaki sesleri duyabilir. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız, bu sizin duyabileceğiniz titreşim aralığında olduğunu gösterir. İnsan beyninin algısı ise, bundan daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Dikkat ediniz: “duyabilecek” demiyoruz, algılayabilecek diyoruz. Yani, kulağımız ancak belirli bir titreşim aralığındaki sesleri duyabilir. Fakat beynimiz bu aralığın çok daha ötesindeki sesleri algılar, hisseder.

Şuuraltı ve şuuraltının özelliklerini anlattığımız zaman, ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaksınız. Ancak, şimdi öncelikli olarak bu “subliminal mesajların” (şuuraltı telkinlerin) neler olduğunu ve nasıl işlendiğini sizlere göstermemiz gerekiyor.

8 – 12 Hertz dalga boyundaki Subliminal mesaj içeren bir MP3′ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. İnternette ve paylaşım programlarında şuuraltı mesajları içeren MP3 dosyaları bulunmaktadır. Hatta bu gizli mesajları frekans aralıklarına göre analiz ederek ortaya çıkartan yazılımlar dahi vardır.

Mesela, en korkunç uygulamalardan sadece biri: Bu uygulamaya Amerika, Irak’ı işgal etmeden önce bir yıl boyunca (daha fazla da olabilir) devam etti. Irak radyolarında Kur’an yayınının altından, çok düşük bir titreşimde, kulakla duyulmayan, ancak dimağla algılanarak Iraklıların şuuraltına gönderilen: “Direnmeniz faydasız” gibi mesajlar verilmiş ve bir ülke işte bu şekilde şuuraltı mesajlar ile işgale hazır edilmiştir.

25. KARE

Kişinin şuuraltına subliminal mesaj göndermenin birçok yolu olduğunu söylemiştik. İşte bunlardan bir diğeri de 25. kare tekniğidir. Peki, nedir bu 25. kare .Gördüğümüz bir anlık görüntü: 655 satır ve frame/çerçeve denilen 24 kareden oluşur.

Sinema şeridinde, saat, dakika, saniye olarak bir diziliş vardır. Her saniyeden sonra bir yabancı kare gelir ve bir saniye 24 karedir. Her 24 kare ise bir ekran büyüklüğündeki kareyi oluşturur. Her 327,5 satırda bir de “control-track” denilen aralık vardır. İşte bu aralıktaki görüntüler kesilip, aralarına başka görüntüler atılarak 25. kare oluşturulur ve bu son kare olan 25. kare anlıktır. Yani görüntü saniyede 1/24 olacakken, bu 1/25′e çıkar. Kareler 25 olunca bir anda bir görüntü gelir ve anında kaybolur. Genellikle göz ve beyne görünmez, daha doğrusu görülür ama şuuraltında kalır.

25. karenin temel mantığıda mesajı şuuraltına göndermek olduğu için, artık dünya sinema sanayisinde bu tekniği kullanmayan yok gibidir. Yani sizler evlerinizde rahat koltuklarınıza oturup herhangi bir televizyon kanalındaki herhangi bir dizi, film ya da bir belgeseli seyrederken aynızamanda 25 karelerle şuuraltınıza gönderilen mesajlara – telkinlere – saldırılara maruz kalabiliyorsunuz.

Göz bunları görmüyor ama saniyenin 3 binde biri gibi bir zaman aralığında bu görüntü şuuraltına ulaşıyor, orada depolanıyor. Bu gizli mesajlar sayesinde, o reklamı, diziyi, filmi ya da herhangi bir resmi hazırlayan kişi – yapımcı – yönetmen kendi hedefine, niyetine ve ideolojisine göre vermek istediği mesajı “25. Kare”lerle şuuraltına göndermiş oluyor.

PEKİ, GÖREMEDİĞİMİZ HALDE NASIL ETKİLENİYORUZ BU 25. KARELERDEN?

Bu adamlar zaten açıktan açığa bu işi yapıyorlar. Filmlerle, reklamlarla her türlü mesajı veriyorlar. Buna rağmen niçin böyle gizli bir kare uyguluyorlar?

Cevabı çok basit: Çünkü gördüğümüz zaman bu kadar etkili olmuyor. Çünkü kişi, şuurlu bir tercih ile gördüklerini veya duyduklarını ya ret ediyor ya da kabul ediyor. Çünkü baştan önüne seçenek getirilmiş oluyor.

Fakat bu, öyle bir şey ki insan onu görmüyor, duymuyor ve hissedemiyor. Yani bizlerin algı frekanslarımızın tamamen altında veya üstünde yer alıyor. Böyle bir şeyi kabul yahut ret etme gibi bir imkanımız var mı? Elbette hayır.

İşte 25. karenin ve subliminal reklamların temel mantığı budur! Hedefteki kitlenin şuurlu tercih hakkını gasp ederek, onları gizlice zehirlemek!

Bu işi yapanlar insanı ve insanın yaratılışını çok iyi biliyorlar. 1900’lü yıllara kadar uzanan bir geçmişi var bu tür çalışmaların. Psikolog ve psikanalistlerin insanla ilgili uyguladıkları, gözlemledikleri ve deneylerle ortaya koydukları bilgi ve bulgulardan yola çıkarak “İnsanı nasıl etkileyebiliriz?” sorusuna cevap aradılar. İlk başta ticari hedefler ve büyük şirketlerin mallarını halka pazarlamanın bir yolu olarak gördüler bu şuuraltı telkinleri. Daha sonra ise bu taktiği öğrenen her kişi ve her yapımcı kendi niyet, inanç ve ideolojisine göre vermek istediği mesajları bu yolla insanlara zerk etmeye başladılar.

25. KARE NE ZAMAN ve NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Şuuraltının bütün görüntü, ses ve resimleri kaydetme özelliği 1900’lü yıllardan beri insanları yönlendirmek için kullanılmaktadır.

1900’lü yıllarda Knight DUNLAP adında Amerikalı bir psikoloji profesörü illüzyon gösterisi yaparken şuur gücüyle algılanmayan “hissedilemez gölgeler” kullanarak aynı uzunluktaki 2 çizgiyi seyircilerin farklı ölçülerde algılamasını sağlamıştı.

İşte buradan hareketle şuuraltını hedef alarak mesaj göndermeyi hedefleyen ve adına “Subliminal Mesajlar” (Şuuraltı Telkinler) denilen bu tür reklamlar ilk kez 1950′li yıllarda Amerika’da ortaya çıktı. James Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etti. Bu deneyde film perdede oynarken, saliselik görüntüler halinde gözle görülemeyen gizli kareler ve gizli mesajlarda: “patlamış mısır ye” ve “Kola iç” sloganları çıkıyordu. Seyirci bu sloganları şuurla algılayamadığı halde, şuuraltına hitap eden bu sloganlar neticesinde Kola satışlarının yüzde 18,1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde 57,7 arttığı görüldü.

Bu şekilde, şuuraltına yönelmenin reklamın etkinliğini artırmada daha işlevsel olduğu görülmüştür.

İşte o gün bugündür uygulanan 25. kareler sadece bir insanı ya da bir topluluğu değil; bütün insanlığı tehdit ede gelmektedir.

Bir grup psikolog ve yazar bu konunun gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin uydurma ve efsane olduğunu ve insanları etkilemeyeceğini söylediler. Ancak, beyin dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi ile gizli mesaj içeren reklama beynin daha farklı ve fazla tepki verdiği gözlemlendikten sonra, bu yöntemin etkisi ispatlanmış oldu.

İşin en ilginç tarafı ise bu konuyu gündeme taşıyan, kitap, tez ve aile eğitim seminerlerinin yok denecek kadar az olmasıdır. Yıllardır uygulanan böyle ciddi ve hayati bir konunun nasıl olupta bütün bir insanlık tarafından henüz bu şekilde yeni yeni öğreniliyor olması düşündürücü olsa gerek.

Televizyon karşısında uyuyan – uyutulan bir çağda yaşıyoruz!

Uyan ey toplum ve uyandırın uyuyan ruhları!

Şuuraltımızı başkaları değil; biz yönetelim!

ASIL HEDEF ÇOÇUKLAR

Şuuraltı teknolojisi maalesef çizgi filmlerde, şarkılarda, reklam panolarında, filmlerde yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Çocuklara sevgiyi kardeşliği öğütleyen masum zannettiğimiz çizgi filmlerin arasına pornografik resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler bu teknolojiyle saklanıyor. Çocuğumuz fark etmeden o görüntüleri beynine konuk ediyor ve şahsiyetinin oluştuğu o en ciddi yaş diliminde (sıfır – yedi yaş arası) bu görüntüler içeride şuuraltında hapsoluyor. Artık siz siz olun her gördüğünüz ve duyduğunuza çok dikkat edin.

Özellikle Disney, yaptığı çizgi filmlerde cinsellik temasını yıllardır çocuklarımızın şuuraltına kazımıştır. “BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLAM UYGULANMAKTADIR” Sizler, televizyonlarınızın karşısında uyumaya devam eden ruhlar, koltuğunuza oturup en sevdiğiniz dizi ya da filmleriniz yayına başlarken: “BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLAM UYGULANMAKTADIR” uyarısını görmediğinizi söyleyebilir misiniz?

Peki, ne demek “Sanal Reklam?”

Sanayi Bakanlığına göre sanal reklamın tarifi aşağıdaki gibi :

“Sanal reklam; hukuken kullanımı meşru görüntülerin, canlı veya banttan bilgisayar marifeti ile manipülasyonu ve söz konusu görüntülerde yeralan muhtelif unsurları reklam amacı ile halihazırda kullanılan veya ileride geliştirilecek teknolojiler vasıtasıyla oyun sahası ve çevresi üzerine düşürülen tüm görüntüleridir.” Televizyonda izlediğimiz pek çok dizide ya da filmde ya marka yerleştirme ya da sanal reklam uygulamaları ile karşılaşıyoruz. Bir dönem gişe rekorları kıran “Kurtlar Vadisi Irak” filmini hatırlayın. Film başlarken “Bu filmde sanal reklam uygulaması yapılmaktadır” uyarısı vardı. Ekranda bir ovada yol alan otomobili izlerken birden bir mimarlık firmasının reklam tabelası ve bir apartman beliriveriyor. Kerpiç evlerin üstüne getirilmek istenmiş ama başarılı olunamadığı için ortalık yerde duran uydu antenleri reklamları ve uyarı tabelalarının altında beliriveren markalar…

O halde en can alıcı soru şu: Niçin sanal reklam?

Çünkü şuuraltına telkin göndermenin en iyi yoludur da ondan.

REKLAMLARLA ŞUURU ÇALINAN İNSANLAR

İnsan beyninde şuuraltının tepki verdiği iki mühim olay var: “doğum” ve “ölüm”. Şuuraltımız bu 2 vakaya çok daha fazla tepki veriyor. Bu 2 mesaja daha duyarlı.

“Sex” (cinsellik) mesajı doğum arke tipinde, “kill” (öldürmek) mesajı da ölüm arke tipinde karşılanıyor. Bu simgeler, verilmek istenen mesajın içine yerleştirildiğinde şuuraltı bunları öncelikli algılar olarak saklayabiliyor ve sıra kullanıma geldiğinde, bu öncelikli depolanan veriler davranış ve hareketlerimize yön çiziyor.

ŞUURALTI TELKİNLER YASAK DEĞİL Mİ?

Şuuraltı reklamlarının etkisinin ispatlanmasının ardından bir yandan bu yöntemin kullanımı arttı ve diğer yandan da bu gibi yöntemlerin kullanılmasını önlemeye yönelik yasalar çıkartıldı. Ülkemizde RTÜK şuuraltı reklamı: “Teknik cihazlar vasıtasıyla televizyon yayınlarında çok kısa süreli görüntüler kullanarak, izleyicilerin ancak bilinçaltıyla algılayabilecekleri ürün veya hizmetlerin tanıtılmasına ilişkin mesajlar içeren reklamlar” olarak tanımlamıştır.

Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve şuuraltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 sayılı Yasanın 20. maddesi: “Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırt edilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, şuuraltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini” hükme bağlamıştır.

Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de: “Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır.”

1964′te İngiltere, 1974′te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. Rusya’nın Ekatirinburg şehrinde yayın yapan ATN Televizyonun “Otur ve ATN izle” şeklinde bir gizli mesaj verdiği tespit edilmiş ve yayın lisansının 2 ay iptal edilmesine neden olmuştur.

Neticede, Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde şuuraltı reklam yasaklanmıştır. Ama bütün reklamları, dizi, film ve belgeselleri şuuraltı mesaj içerip içermediği noktasında denetleyecek bir yapı kurulamamıştır.

ŞUURALTI VE GENEL ÖZELLİKLERİ

Günlük hayatımızda yaşadığımız bazı sorunların şuuraltımızdan kaynaklandığını hep söyleriz. Ama acaba kaçımız şuuraltımızın gücünün ve öneminin farkındayız?

Şuuraltı çoğumuzun bildiği ya da duyduğu bir kavramdır. Bu kavram şuurumuzun farkında olmadığı ama davranışlarımızın yönlendirilmesindeönemli rol oynayan bir yapıyı belirtiyor. Şuuraltı, alt-benlik, şuur dışı olarak da adlandırılan şuuraltı kişiliğimizin farkında olmadığımız, denetimimiz dışındaki parçasını temsil etmektedir. Diğer bir deyişle bu, buzdağının görünmeyen kısmıdır.

Otomatik bir pilot gibi bütün tecrübelerimizi depolar. Bir hafıza deposudur. Tecrübelerinizi hatıralar şeklinde depolar. Şuuraltı heyecanlarımızı, sezgilerimizi, alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi depoladığı gibi, bunların faaliyete dökülmesinden de sorumludur.

Şuuraltımız, zihin telkini yoluyla ikna olunmaya müsaittir.

Şuurlu zihnin aksine, sorgulamadan tekrarla gelen teklifleri kabul eder, pekiştirir.

Bütün otomatik davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve heveslerimiz hafızada kayıtlı bilgiler arasındadır.

Şuuraltı zihin delillerle ne ikna edilebilir, ne de aldatılabilir. Fikirlere ve imajlara karşılık verir. Şuuraltının en mühim özelliği ise: şuurumuzun farkına varmadığı olayları, sesleri, resimleri kaydetmesidir. Siz 5 katlı bir binaya çıkarken merdivenleri saymıyorsunuz ama şuuraltınızda bu sayı biliniyor ve kaydediliyor. Aynı şekilde bebekliğimize dair hatıralar şuuraltı kayıtlarının arasında bulmak pekala mümkündür.

Şuur ise aynı anda 3 ila 7 işi yapabilir. Daha fazla görev yüklendiğinde kilitlenir. Bu yüzden dikkatimizi yönlendirmediğimiz, bizi o anda ilgilendirmeyen birçok veri bu filtreden süzülür. Beş duyumuzun karşılaştığı çok sayıda duyum, algılanmadan şuuraltı hafıza deposuna aktarılır. Demek ki duyduğumuz, gördüğümüz ama kavrayış olarak algılayamadığımız her şey şuuraltına ileride tekrar kullanılmak üzere veri olarak depolanır ve gelecekteki hareketlerimize yön çizer.

İşte tam da bu aşamada şuura değil ama şuuraltına hitap eden bütün propaganda ve veriler, bizim davranışlarımıza yön çizen güdüler olarak karşımıza çıkar. Zira sıklık arz eden tekrarlar derin algılarımıza yöneliktir.

GERÇEK: GÖRMEDİKLERİMİZ Mİ?

Şuuraltı dediğimiz alan, şuurun binde 999′unu oluşturuyor. Yani biz şu anda bu yazıyı, binde 1 seviyesinde görüyor, dinliyor ve okuyoruz.

Bunlar nasıl mı gerçekleşiyor? Gözde bilimsel olarak “fovea hareketleri” olarak isimlendirilen alan sizin şu anda görmediğiniz şeyleri de görüyor. Göz devamlı bir tarama içinde. Tarıyor ve aldığı bilgileri şuuraltına atıyor. Bunlar bilimsel verilerdir. İsteyen araştırsın.

Biz, normal şartlarda, gözümüzün fovea hareketleriyle beynimizde depolanmış şeylerin çok azını hatırlıyoruz. Ama mesela markete gittiğimizde 10 tane deterjan arasından 1 tanesini çekip alıyoruz. Yani gördüğümüzün ve de duyduğumuzun farkında olmadığımız şeylerin, şuur ortamına çıkarak bize o malı satın aldırması söz konusu oluyor.

Yani biz görmediğimizi zannettiğimiz şeyleri aslında görüyoruz ve şuuraltımıza gönderilen verilerin karar verme ya da faaliyete geçme aşamasında fikirlerimizi ve davranışlarımızı doğrudan etkiliyor.

Şimdi neden bu kadar derin bir uyku içinde olduğumuzu, niye bu kadar tepkisiz olduğumuzu, neden aslımızı unuttuğumuzu anlayabiliyor musunuz?

İdris BİLEN

10 Kasım 2011 Perşembe

Her zaman kalbimizdesin, saygıyla anıyoruz.

"ATATÜRK SEVDADIR"

Vatandan uzakta sanmayın sakın beni
Türkiyem içimde, ayrı değilim
Gurbetçi diyerek, anmayın beni
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Ay-yıldız göğsümde, şanım, gururum
İmanım kalbimde, parlayan nur'um
Vatanım ben sana kurban olurum
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Vatan sevgisini, bildim imanla
Her karış toprağı, yoğrulmuş kanla
Türkiye devleti, kurulmuş şanla
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Atamın, babamın, anamın yeri
Ruhumdur, nur'umdur, gözümün feri
Et kemik misali, daha ileri
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Mikdatî der yoktur başka vatanım
Senin hasretinle, matem tutanım
Türkiyem bendendir, ben de ondanım
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Mikdat Bal

4 Kasım 2011 Cuma

Allaha emanetsin bebeğim...

İçimde minik bir kıpırtı var; bir kelebek kıpırtısı gibi...

"Birkaç gün sonra 16 Haftalık olacağım anneciğim" diyen minicik bir kalp... Rabbim bebişimizi korusun; sağlıklı, sıhhatli, hayırlı bir evlat olarak dünyaya gelmesini ve yaşamasını nasip etsin, bahtımıza güzel yazılar yazsın inşAllah,amin.

Beni sorarsanız yıllar sonra olunca azıcık şaşkınım ama bir o kadar da mutluyum. En çok kızıma söylerken zorlandım doğrusu, MâşaAllah prensesim çok güzel karşıladı:) Tüm anne olacaklara; Allah tamamına erdirsin, kolay bir hamilelik ve bebişlerini sağsalim kucaklarına alacakları kolay bir doğum nasip etsin diye bol bol dua ediyorum. Rabbim kimsenin kucağını boş bırakmasın, evlatlarıyla mutlu, sağlıklı, uzun ömürler nasip etsin,amin. Sevgiyle kalın, tekrar hayırlı bayramlar:)

Bayramımız mübarek olsun...

Daha nice bayramları sağlık, mutluluk ve sevdiklerinizle beraber karşılamanızı dilerim:)
ŞANLA ŞEREFLE DOLU 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.

AKAN GÖZYAŞLARIN SONA ERDİĞİ AYDINLIK VE BARIŞ DOLU NİCE 88.YILLARA…

16 Eylül 2011 Cuma

Minik Kalpli ve Orta Şekerli:))


"Her kahve aynı tadı taşımaz...

Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona göre değişir...

Sahilde oturduğun rüzgarlı bir sonbahar günü, en sevdiğin dostun ağlarken içtiğin kahvenin tadı kederlidir...

Kahve telvesine yüreğinin acısı karışır.

Bir pazar öğle sonrası annenin 'hadi bir kahve yap da içelim' dediği kahve huzurludur...

Köpükler annenin göz bebeklerine yansır...

Dudağının kıyısında kalan küçük bir gülümsemedir...

Bir gece vakti zil zurna sarhoş birinin içtiği kahve düşülen kuyudan çıkma çabasıdır...


Koyu kıvamlı kahverengi bir ipe tutunur çıkarsın ... Çıktığın an uyuyakalırsın...

Ferahlıktır!!!

Dostlarla içilen kahve neşedir...

Kahkahalar köpüklerin üzerinde yüzer...

Tek başına gece vakti balkonda içtiğin kahve yalnızlıktır...

Acıdır tadı... Ama garip de bir keyfi, lezzeti vardır...

Baban için yaptığın kahve sevgi doludur...

Çay bardağında, az şekerli...

Kahve gibi görünmez sana... Ama sıcaktır, dumanı tüter ve kokusu büyülüdür...

Beklemediğin bir anda sana uzatılan kahve başkadır...

Isıtır insanın içini...


Yorgun olduğunda içtigin kahve hafifletir seni...

Kendine getirir, unutturur günün ağırlığını...

Kahve aynı kahvedir belki...

Köpüğüyle,

Rengiyle,

Dumanıyla aynı kahvedir ama,

ıçilen kahveler ruhunun süzgecinden geçer,

Ve tadları değişir...

Her kahve aynı değildir buyüzden...

Ben de seni sevgiyle pişirilen bir kahve içmeye davet ediyorum.

Akşam,

Öğle öncesi, sonrası

Ya da gece kahvesi.

Ne zaman isterseniz.

Dostlukla yudumlayacağımız bir kahve molası vermeye ne dersin?

Senin kahven nasıl olsun ?"

12 Eylül 2011 Pazartesi

Uzun bir aradan sonra güzel bir alıntıyla MERHABA!..

HAYATINIZIN KAHRAMANI: SİZ

Hepiniz bu dünyada biriciksiniz. Her biriniz bu dünyaya farklı yeteneklerle, farklı bir zeka kapasitesiyle ve farklı fiziksel özelliklerle geldiniz. Bazı insanlarla bir takım özellikleriniz benzeyebilir. Belki en yakın arkadaşınızla benzer şeyleri yapmaktan hoşlanıyor olabilirsiniz veya fiziksel açıdan birbirinize çok benziyor olabilirsiniz ama hiç kimse tam anlamıyla sizin aynınız değildir. Benzediğiniz insanlar vardır elbet ama sizden bir tane daha yoktur. Sizler bu dünyada eşsizsiniz!

Zaman zaman kendiniz çok zayıf ve yetersiz hissedebilirsiniz. İşte tam da o anda elinizde Harry Potter’ınki gibi bir sihirli değnek olmasını hayal edersiniz. Bir “sihirli değneğim” olsaydı da sabah kalktığımda bambaşka biri olarak uyanabilseydim diye düşünürsünüz. Olmak istediğiniz kişi hakkında uzun mu uzun bir istekler listeniz vardır. Daha güçlü, daha kararlı, daha planlı şeklinde bir trenin vagonları gibi uzar gider liste. Ama sizin fazla zamanınız yoktur. Hemen, hemencecik değişmek gereklidir. Hemen yarın daha başarılı, daha güçlü bir insan olunmalıdır. Ama bu şekilde hızlı bir değişim ancak film kahramanlarına özgüdür. “Süpermen, Batman, Örümcek adam” gibi filmlerin süper kahramanları bir kostümle bambaşka bir insan oluverirler. Film kahramanları kadar hızlı ve süper güçlerle uyanmasanız da gösterilecek ciddi bir çabayla siz de “kendi hayatlarınızın kahramanları” olabilirsiniz. Kendi hayatlarınızın kahramanı olmak için ilk önce, size çok da kahramanmış gibi görünmeyen kişiye yani “kendinize” bakmanız gerekir. Acaba o sürekli değiştirmek istediğiniz kişi nasıl bir kişidir?

Kişiliğinizi 4 parça halinde düşünebilirsiniz;

Açık Benliğiniz: Bilinçli olarak yaptığınız davranışlar ve sarf ettiğiniz sözlerdir. Bunlar hem kendiniz, hem de başkaları tarafından bilinen özelliklerinizdir. Örneğin, sakin bir insansınızdır. Tartışmaktan, tartışmanın olduğu mekânlardan hep uzak durursunuz. Sakin kişiliğiniz hem sizin tarafınızdan, hem de çevreniz tarafından bilinir. Sakin yapıda oluşunuz sizin açık benliğinizdir.

Kör Benliğiniz: Farkında olmadığınız ancak başkaları tarafından bilinen özelliklerinizdir. (Genellikle bunlar, alınganlık vb. gibi savunma davranışlarınız ve kaçamak yollardır.)

Gizli Benliğiniz: Başkalarının bilmediği, ama sizin için açık olan düşünceleriniz, duygularınız ve özlemlerinizdir. Örneğin kıskanç bir insan, bu özelliğinin başkaları tarafından bilinmesini asla istemez. En yakın arkadaşının bir başkasıyla daha yakın olması sinirlerinizi bozar ama yine de bu duygunuzu belli etmekten kaçarsınız. Bu özelliğiniz sizin gizli benliğinizdir.

Bilinmeyen Benliğiniz: Ne başkaları ne de sizin tarafınızdan bilinir. Buna bilinç altı da denilir.[1] Örneğin bazı insanlar yolda yürürlerken duvara yakın kısımda yani iç tarafta yürümek isterler. Asla yol tarafında, yolun hemen kenarından yürümek istemezler. Hatta eğer iç tarafta siz yürüyorsanız bir süre sonra huzursuz olup “Yer değiştirebilir miyiz? Ben bu tarafta yürüyemem” der. Nedenini soracak olsanız bunun sebebini kendisi de bilmeyecektir. Sadece daha rahat ettiğini söyler. Bu aslında ancak bilinçaltı ile açıklanabilecek bir durumdur. Kişinin bilinçaltında sırtını hep bir duvara yaslama ihtiyacı olabilir. Kendisini o halde daha güvende hisseder. Hatta o an yanındaki kişiyi de dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı onu koruyabilecek bir insan olarak düşünür ve fark etmeden ona sığınır. Bu kişinin davranışının altında bir “kendine güven” sorunu olabilir. Kişinin bilinmeyen benliği çevresinin hatta kendisinin bile anlam veremediği davranışlarda kendini belli eder.

Yunanlı düşünür Sokrates’in ünlü bir sözü vardır: “Kendini bil!, Kendini tanı!” bu söz size ilk anda çok anlamsız gelebilir. Ama aslında kendinizden sakladığınız, farkında olmadığınız ne çok şey vardır. Belki bir aynanın karşısına geçip, kendinizi karşınıza alıp konuşmanızın ve dinlemenizin tam da zamanıdır artık. Düşünsenize her gün ne çok dinlersiniz arkadaşlarınızı, ailenizdeki insanları. Onların bütün sorunlarını, kaygılarını bilirsiniz. Biraz da kendinizi dinleseniz kim bilir neler anlatacaktır aynada gördüğünüz kişi.

İnsanın, güçlü zayıf yönleriyle, yetenekleriyle, alışkanlıklarıyla ve daha bir çok başka özelliğiyle kendini bilmesi aslında hayatını değiştirebilir. Ancak kendinizi çok iyi tanıyarak, anlayarak karar verebilirsiniz hedeflerinize. Kendinizde değişmesini veya gelişmesini istediğiniz özellikleri bilirseniz ancak o zaman yardımcı olabilirsiniz kendinize. Örneğin, yakın bir arkadaşınızın bir derdi var ama bir türlü ne kadar ısrar etseniz de anlatmıyor sorununu. Ne kadar yardımcı olabilirsiniz ki ona! Ancak sorununu ve nedenlerini anlatırsa destekte bulunabilirsiniz. Bu kural kendiniz için de geçerlidir. Probleme neden olan, sizi zorlayan, canınızı sıkan şeyleri ancak farkında olursanız, nedenleri hakkında düşünürseniz çözebilirsiniz. Sadece bilmek yeterli değildir elbet. Çözüm için en uygun yöntemlerin de bulunması gerekir. Yöntemler herkes için farklı farklıdır. Örneğin, arkadaşınızın ders çalışma yöntemi size uymayabilir. O birkaç defa okuyarak anlayabiliyordur çalıştığı dersi , siz ise yazarak anlayabiliyorsunuzdur. Özelliklerinize uygun yöntemler bulmak da yine kendinizi yeterince tanımakla mümkündür.

Büyüyorsunuz! Her sene daha çok sorumluluk almanız gerekiyor. Bu hem zor, hem de keyifli geliyor size. Öyle çok şey değişiyor ki hızla. Bazen ayak uydurmak çok da kolay olmuyor. Hayatınız hakkında kararlar almanız, seçimler yapmanız gerekiyor. Hayatınızı bir oyun hamuru gibi yoğurmalı, ona bir şekil vermelisiniz. Ama daha da önemlisi ona istediğiniz şekli verebilmek. Bu nedenle isteklerinizin ne olduğuna karar verirken kendinizi, duygularınızı iyi tartmanız, kendinizde bulunan potansiyeli göz önünde bulundurmanız gerekiyor.

Kendinizin farkında olmanız, ailenizle, arkadaşlarınızla, çevrenizle olan ilişkilerinizi de etkiler. Duygularının farkında olan, duygularını nasıl kontrol edeceğini bilen kişinin etrafıyla iletişim kurması da daha kolaydır. Kendi duygularını bilen, dinleyen kişi, başkalarının duygularını daha iyi anlayabilir ve hayatı boyunca kurduğu ilişkilerinde başarılı olmanın gururunu yaşar.

Önce kendinizi keşfedin sonra da dünyayı…

Konuşa Konuşa İletişim Sırları kitabından alıntıdır,
Ayşe Bilge Dicleli & Serra Akkaya

17 Şubat 2011 Perşembe


Güneşli güzel bir gün... Bloguma uzunca bir ara verdiğimin farkındayım. Ama aktiviteler bu ara çok yoğundu:))) Kiptaş konutlarındaki yeni evimizi teslim aldık ve onunla ilgili ekstradan yapmış olduğumuz tadilatlar bayağı vaktimizi alıyor. Boş zamanlarımızda fazla olmadığı için bu koşturmacalar bizi çokça yoruyor diyebilirim.
Neyse ki böyle tatlı telaşelerin sonunda yeni evimize bahar veya yaz başı gibi inşallah taşınacağız. Niye o kadar bekliyoruz; 18-24 ay teslim için söz verildiği halde 30 aydan da geç teslim edildi, üstelik bir sürü tamamlanmayan sorunlarıyla... Çevre ve yol düzenlemesi de henüz bitirilmedi. Yağmur yağdığında çamur arabanın tepesine kadar sıçrayıp bizi çıldırtacağını, hergün araba yıkatmakla da uğraşamayacağımızı, en önemlisi güvenliğin henüz tam donanımlı olarak çalışmadığını düşündüğümüz için... Geç olsun güç olmasın, hayırlısı olsun diyoruz.

Ufak bir tavsiye; Siz siz olun maket ve renkli kitapçıklar üzerinden ev projelerine bakarak konut almayın!.. Sonra boş yere canınız sıkılmasın.

Gelelim uzunca süredir paylaşamadığım blog ödüllerime; Sevgili Seval ve Sevgili Aynur, göndermiş olduğunuz çok değerli ödüller ve nazik düşünceniz için sizlere çok teşekkür ediyorum. Ben de bu güzel ödüllerimi beni izleyen tüm blog ziyaretçilerime ve yorumlarıyla beni yalnız bırakmayan tüm dostlarıma yolluyorum. Sevgiyle kalın...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Kayahan – Seni Seviyorum


Seni seviyorum
Seni seviyorum diye
Senden önce hiç kimseye
Söylemedim dersem
Yalan olur…
Hiç hesapsız, çılgınca
Seni seviyorum
Bazen bir çocuğun
Karanlıktan korktuğu gibi
Seni sevmekten korkuyorum
Gözlerim
Az önce
İflas etti...
Issız, tenha üşüyorum
Isıtmak için içimi, içimden
Hiç aralık vermeden
Seni seviyorum, seni seviyorum
Seni seviyorum diyorum
Söylememem lazım biliyorum
Ama hoşuma gidiyor
İçimi ısıtıyor söylüyorum
Seni seviyorum, seni seviyorum

Seni seviyorum, seni seviyorum
Seni seviyorum diye
Senden önce hiç kimseye
Söylemedim dersem
Yalan,
Yalan olur
Hiç hesapsız, çılgınca
Seni seviyorum
Bazen bir çocuğun
Karanlıktan korktuğu gibi
Seni sevmekten korkuyorum
Söylememem lazım biliyorum
Susmuyor içim
Seni seviyorum diyorum
Canımın istediği
İçimin titrediği
Bu ilk defa, öncesi yok
Seni seviyorum, seni seviyorum
Seni…
Amacım beni sana
Sevdirmek olsa bu çok kolaydı
Ben seni sevmenin
Tadını çıkarıyorum
Aklımdayken……
Dün akşam o kadına
Gü-lüm-se-me-dim.
Çünkü dün akşam da
Bu sabah gibi
Seni seviyordum.
Seni seviyordum.
Seni seviyorum diye
Senden önce hiç kimseye
Söylemedim dersem
Yalan
Yalan olur.
Seni seviyorum, seni seviyorum
Seni seviyorum, seni seviyorum
Seni seviyorum...
SENİ SEVİYORUM...

MUTLULUKLA, SAĞLIKLA, HUZURLA NİCE 16 ŞUBAT'LARA...

http://www.izlesene.com/video/kayahan-seni-seviyorum/1946775

14 Şubat 2011 Pazartesi

Hayırlı Kandiller...


Kalbinizde Allah (c.c.) ve Hz.Muhammed (s.a.v.) sevgisi, yüzünüzde meleklerin nuru, yürüdüğünüz yollar Kâbe yolu, mekanınız Allah katında cennet olsun, dualarınız kabul, Mevlüt Kandiliniz mübarek olsun…
En sevgiliye binlerce salat, güllerce selam...


Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammedin ve Ala Ali Seyyidina Muhammed.


Efendimiz [S.A.V.] buyuruyor:
1 — "Üzerime Salavat-ı Şerife getiren kimseleri melekler rahmetle anar, meleklerin rahmetle andıkları kimseyi Allah [CC] affeder. Allah'ın affettiği kimse için bütün varlıklar rahmet okurlar."
2 — "Üzerime bir defacık Salavat-ı Şerife getiren kimse için Allah Teâlâ görevli meleklere: Bu kulumun 3 gün içerisinde meydana gelen günahlarını yazmayınız emrini verir."
3 — "Üzerime bin defa Salavat getiren kimseye Allah [CC] narı ile azab etmez."
4 — "Cibril bana: Ya Muhammed [S.A.V.] Sana senden önce hiçbir kimseye getirmediğim bir müjde ile geldim. Allah teâlâ senin için şöyle buyurdu:
Ümmetinden kim ayakta iken üç defa Salavat getirirse, oturmadan önce Allah [CC] onu bağışlar. Otururken üç defa getirirse kalkmadan Allah'ın affına mazhar olur" buyurunca efendimiz [S.A.V.] bu müjdeler üzerine şükür secdesine kapandı. "
5 — "Kim sabahları üzerime onar defa Salavat getirirse kırk senelik günahı silinir."
6 — "Cuma günü üzerime yüz defa Salavat getirenin seksen yıllık hatalarını Allah [CC] affeder."
7 — "Üzerime Cuma günü veya gecesi yüz defa Salavat okuyan kimsenin yüz türlü haceti kabul edilir."
8 — "Bin defa üzerime Salavat getiren ölmeden önce cennetle müjdelenir."
9 — "Cebrail [A.S.] bana gelerek: Ey Allah'ın Resulü, senin üzerine Salavat getiren kimse için yetmiş bin melek istiğfar getirir. " buyurdu.
10 — "Üzerime getirilen Salavat sırat üzerinde bir nurdur."
11 — "İnsanların bana en yakını üzerime en çok Salavat getirenidir."
12 — "Allah'ın yer yüzünde gezen melekleri vardır. Ümmetimin üzerime getirdikleri Salatü selamları bana ulaştırırlar. Getirdikleri Salatü selam bana ulaşır ulaşmaz ben de onlar için istiğfar ederim."
13 — "Üzerime Salavat getirenlere kıyamet günü şefaatçi olurum. Salavat getirmeyenden ise uzağım."


“Allah benim için iki melek vazifelendirmiştir. Ben bir müslümanın yanında anıldığım da o müslüman bana salavât getirirse, mutlaka o iki melek ona: ‘Allah seni mağfiret etsin' derler. Cenab-ı Allah ve diğer melekleri de o iki meleğin duasına ‘Amîn' derler. Bir müslümanın yanında adım zikrolunduğunda Bana salavât getirmezse, mutlaka o iki melek, ‘Allah'ın mağfiretinden mahrum kalasın!' derler. Allah ( celle celâlühû) ve diğer melekler de o iki meleğin duasına ‘Amîn' derler.” (Mecmeu'z-Zevâid, 10/164; İbn-i Kesîr, 6/465)

3 Şubat 2011 Perşembe

Pencereniz Nereye Açılıyor?


Pencereler vardır, denize bakar. Açınca deniz vurur yüzünüze, kapatınca sessiz bir mavilik dolar evin içine. Deniz kadar derindir bakışlarınız, deniz kadar dalgalı olmasa bile hayatınız...

Pencereler vardır, nehirlere, derelere, şelalelere bakar. Berraklıktır duvarınıza asılı tablo. Huzur veren şırıltıdır, çalıp duran müzik. Aynı nehirde iki kere yıkanamamak gibi, aynı nehri iki kere seyredemezsiniz. Giden su damlacıkları, hayatınızdan da saniyeler götürür; eşsiz bir manzara seyrettirirken.

Pencereler vardır, dağlara bakar. Dağların yüksekliği kadar yükselir bakışlar. Dağların ardı gibi ulaşılmazlara da sahiptir, dağların bu tarafındakiler gibi, engelleri beraber aşacak dava arkadaşlarına da...

Pencereler vardır, uçsuz bucaksız ovalara bakar. Yürüseniz saatler sonra ulaşabileceğiniz noktadır, evinizin içinde bakakaldığınız. Gökyüzünün yeryüzüyle birleştiği o müthiş fotoğraf, yer ile gök arasındaki konumunuzu belirler: Ne kadar arzîsiniz ya da ne kadar semavî?

Pencereler vardır, kaldırımlara bakar. Gördüğünüz; insan ayakkabıları, kedi patileri, araba lastikleridir. İşittiğiniz; ayak sesleri, otomobil gürültüleri, sokak kavgalarıdır. Kaldırım manzaralı eviniz var mı diye sormazsınız asla, bir emlakçıya. Tercihiniz değil, mecburiyetinizdir kaldırımlar; ama ufkunuzu geliştirmek, başka dünyalara pencereler açmak elinizdedir.

Pencereler vardır, karşı apartmana bakar. Sokaktan geçen arabalar, oyun oynayan çocuklar ve balkonda çay içen komşulardır; evinizden dış dünyaya açılan. Komşunuzun da sizden farkı yoktur; onun için de siz bir manzarasınızdır, penceresini açtığında. Siz ve komşunuz, karşılıklı iki ayna gibidir; ama bu aynadan sonsuz görüntüler çıkmaz.

Pencereler vardır, hayata bakar. Hayattan ne anlıyorsa insan, o kadar geniş, o kadar ferah, o kadar huzur vericidir; penceresinden evine sızan. Hayatı bir hapishane gibi görüyorsa, ayak seslerinden, ayakkabı görüntülerinden ve araba lastiklerinden başka bir şey görmez, ruhunun penceresi olan gözlerini açtığında.
Pencereler vardır, insanın kendisine bakar. Ne kadar derinse duruşu, ne kadar özgürse ruhu, ne kadar güzel görebiliyorsa; o kadar geniş, o kadar uçsuz bucaksız, o kadar güzeldir manzarası. Yüzeyselse, ancak karşı apartmandaki insanı görüp durur, penceresini her açtığında.

Pencereler vardır, açılmaz; sadece seyredersiniz. Koklayamazsınız, işitemezsiniz, elinizi uzatıp dokunuyor gibi hissedemezsiniz.

Peki sizin pencereniz nereye açılıyor?

Pencerelerimizin hep güzelliklere açılması dileğiyle...

12 Ocak 2011 Çarşamba

ANNE VE BABALARA...

Kalabalık konferans salonunda, mesleğinin doruğunda bir avukat, o gün mezun olacak hukuk öğrencilerine hitap etmek üzere kürsüye geliyor. Herkes meslekten söz edeceğini zannederken o, hayatı anlatıyor:

"- Hepiniz kişisel yaşamınızı bir kenara koyup çok çalışabileceğinizi kanıtladınız" diyor bilge hukukçu " ama unutmayın ki, ölüm döşeğindeki birinin 'Keşke işime biraz daha zaman ayırabilseydim' dediği duyulmamıştır. Çocuk sahibi olacak kadar şanslıysanız, onların göz açıp kapayana kadar büyüyeceklerini ana babalarınız size söyleyecektir. Çocuklarımıza hikaye okuma, yakalamaca oynama ve birlikte dans etme fırsatını Tanrı ancak belli bir ölçüde bahşeder bize. Bunlardan birini bile kaçırmamaya özen gösterin."

Bu öyküyü Rob Parsons'un "60 Dakikalığına Baba" adlı kitabında okudum.

Birkaç yıl önce parlak bir iş teklifi almıştım. Mesleki kariyerimin doruk noktası olabilirdi, lâkin her gün saat 20.00'de işten çıkabilecektim. Teklifi duyduğum anda o saatin, kızımın banyo saati olduğu geçti aklımdan.

Hayatta başka hiç bir şeyin beni o banyo seansı kadar mutlu edemeyeceğini düşündüm ama bunu, teklifi yapanlara söyleyemedim. Bir bahaneyle reddettim. Yine de, geçen birkaç yıl içinde saat saat başkalarına dağıttığım zaman hazinesinden, kızıma pek
az pay düştü. Yapılacak işlerim, yazılacak yazılarım, bakılacak
telefonlarım vardı. Onunla bir cam bardağın pamuktan toprağına limon çekirdeği ekip, büyümesini izleyemedim. Yeni yeni, yarım yarım söylediği şarkılara eşlik edip, bu düeti bir kasete kaydetmeyi çok isterdim; olmadı... Bir cümle ben söyleyip, bir cümle ona söyleterek hiç yoktan bir masal yaratmayı ve düş güçlerimizi yarıştırmayı tasarlamıştım; hazırdan yemek daha kolay geldi.

Hayat öyle ters bir denge kurmuş ki, onların en çok ilgi istedikleri dönem, onlarla en az ilgilenebileceğimiz dönem aynı zamanda. Bizim vaktimiz bollaştığında ise, onların bize ayıracak vakti kalmıyor.

Ben aslında onun için çalışıyorum, sıkça sarıldığımız bir bahanedir ama ona hiç bir zaman "Daha çok parası olan bir baba mı istersin, daha çok seninle olan bir baba mı?" diye sormamışızdır. Sabahları yanağımda ıslak bir buse ve başucumda bir "Günaydın babacığım" sesi ile uyanmanın. "Hadi sarılıp yatalım babacığım" çağrısıyla başlayan gecelerde, o sihirli "Seni Seviyorum"u kulağıma fısıldadıktan sonra yanaklarımı avuç içlerinin parantezine alıp uykuya çekilince göz kapaklarına yerleşen huzuru izlemenin tadına vardım.

Mavinin neden mavi olduğunu, kışın havaların neden soğuduğunu, kuşların nasıl uçtuğunu en baştan öğrenmenin... Rakiplerim sayılan Casper'dan, Power Rangers'tan, Ricky Martin'den daha ilginç olmaya çalışmanın... Ve konuşmaya başladığından beridir
beni takip ederek, hatalarımı da sevaplarımı da aynen tekrarlayan bu sevimli papağana, duvara kazılı boy tablosundaki çizgiler yükseldikçe yükselen bir tutkuyla bağlanmanın tadını çıkardım. Annesiyle birlikte bezini değiştirmiş, mamasını yedirmiş, pişiklerini kremlemiş olmanın; bacakları ilk adımını attığında elini tutmanın, dilinden ilk sözcük döküldüğünde birlikte coşmanın heyecanını tattım.

Sonunda beklenen gün geldi. Belki onun karaladığı bir resim,
ilk hediyem olacak. Kitaptaki örnekle;
bisikletinin selesine arkadan yapışacağım günler başlıyor şimdi...
O, selenin emin ellerde oldugunu bilmenin güveniyle öğrenecek pedala basmayı. Bir süre sonra farkettirmeden çekeceğim ellerimi... Bisiklet, artık yetişemeyeceğim kadar hızlanacak ve o, uçup giderken, ben biçare; ardından bakakalacağım.

70 yaşındaki babam geçen gün: "Torunumu ilkokula götürene kadar sıkacağım dişimi." dedi. İnsanın boğazını düğümleyecek kadar hazin ama gerçek... Torunla dede arasında bir tahteravalli gibi uzanıyor yaşam. Birini aşağı çekerken, diğerini yükseltiyor. Birinden eksilen öbürüne ekleniyor adeta. Bütün hüznüne rağmen yine de bir zafer coşkusu var bu devir teslim töreninde.

O yüzden, bugün babanızı yanınıza, kızınızı kucağınıza alıp Freiligraht'ın "Devrim" şiirindeki dizesini gururla haykırabilirsiniz:

"Vardım... Varım... Var...


Can DÜNDAR

6 Ocak 2011 Perşembe

Çok güzel haber; "BA-ŞAR-DIK!!!"


Yaşasıııın, hep beraber destekledik ve başardık:)

Harikasın Pınarrrr, birçok anne sana dua edecek...

Buyrun bu heyecana siz de ortak olun;

http://www.pinarreyhan.com

http://www.annemiistiyorum.com/

Tüm emeği geçenlere teşekkürler.

Bu özentiye bir son vermeli, engel olmalıyız!


Günümüz Gençliği (Herkes Okumalı)

Son zamanlarda bir lise mezuniyet balosunda bulundunuz mu hiç? Gitseniz, gördüğü...nüz ağır makyajlı, cesur dekolteli, yüksek topuklu, cep telefonlu kızların 16 - 17 yaşında olduğuna inanabilir miydiniz acaba?

Levent'te bir estetik kliniğinde görevli bir uzmanla görüştüm. Dinlediklerime inanamadım 14 - 15 yaşında kızlar, ana babalarından habersiz gelip kaşlarını kaldırmak, fazla yağlarını aldırmak, selülit tedavisi yaptırmak istiyor"muş.

Geçenlerde bir kız elinde Angelina Jolie'nin fotoğrafıyla gelmiş ve "Bununki gibi dudak istiyorum" demiş 18'lik bir kiz da göğüslerini büyütmesi için yalvarmış. "En büyük istekleri" neymiş biliyor musunuz? Zara'nın ya da Diesel'in 34 bedenine sığmak...

Bunun için yarışıyorlarmış: "Çünkü televizyon da gördükleri mankenler 34 beden giyiyor. Onu giyebilmek için 44 kilo kalmaları lazım. Bunun için resmen aç geziyorlar. Gün boyu yedikleri, bir kase yoğurt, iki tas salata, sigara, kahve ve kola... 500 kaloriyle yaşamaya çalışıyorlar. O yüzden vücutlarında demir, sodyum eksikliği var. Yanlış beslendikleri için vücutları hızla deforme oluyor, müdahale için de bize geliyorlar." Uzman, bunun son 3 yılda gözlenen bir "patlama" olduğunu söylüyor: "Ben de anneyim, 18'lik 'lipolu' (yağ aldırmış) kızları görünce dehşete kapılıyorum. Biriktirdiği 300 - 500 milyonla gelip 'Dudağımızı şişir' diyenleri 'Bırakın dudağınızı da gidin kafanızı şişirin' diye geri yolluyorum."

Genelde üst gelir grubundan hastaları bulunan bir jinekoloğun gözlemleri daha da çarpıcı: Genç nüfusta müthiş bir uyanma var" diyor. 17 - 18 yaşlarında lise öğrencilerinin kürtaj için başvurduğunu söylüyor ve bazı gözlemlerini aktarıyor: Batı'da ergenlik yaşı 16 - 17'den 11 - 12'ye geriledi. Amerika'da 10 yaşa kadar düştü. Genç kızlar annelerinden çok daha erken adet görüyor artık... Bunun, iklimden beslenmeye kadar pek çok nedeni olabilir ama en önemli nedenlerinden biri "psiko - seksüel uyarımın artması"... Yani, okulda, çevrede ve özellikle de medyada cinsel teşhirin yaygınlaşması...

Baştan çıkarıcı klipler, uyarıcı filmler, cinsellik yüklü diziler, çıplaklığa çağıran reklamlar, beyinde ergenliği erken uyandırıyor, cinselliğin keşfini hızlandırıyor. Özellikle varlıklı kesimden gençler, lise çağında, özentiyle büyük ve seksi görünme derdine düşüyor. Karşı cinsi de sadece bir seks nesnesi olarak görüyor. Anneleri mi? Onlar da kızlarının ponponlu çorapları ve lastik ayakkabılarıyla genç görünme çabasında...Küçükler büyük, büyükler küçük görünmek için yarışıyor adeta...

Kimseyi suçlamayalım; bu tablo bizim eserimiz: İyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki? Kafasını çalıştıranların kafasını koparırken, kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda nasıl çocuklara "Göğsünü değil, kütüphaneni büyüt" öğüdü verebiliriz ki? Yasak çare değil... Beyin faaliyetine itibar kazandırmaya ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.

CAN DÜNDAR