18 Kasım 2011 Cuma

HAYIRLI VE BEREKETLİ CUMALAR...

Ümmü Eymen (r.a)

Ümmü Eymen radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin dadısı... “Annemden sonra annem” diye hürmet ve iltifat gören, hayatta iken cennetle müjdelenen, fedakâr bir hanım anne... Fahr-i Kâinat Efendimizin babası Abdullah’ın câriyesi...

O, Habeşistan’lıdır. Asıl adı Bereke binti Sa’lebe’dir. “Ümmü Eymen” künyesiyle meşhurdur.

O, ilk defa Hazrecoğullarından Ubeyd İbni Zeyd ile evlendi. Eymen adında bir oğlu oldu. Bu ilk çocuğuna nisbetle “Ümmü Eymen” diye künye aldı.

Ümmü Eymen uzun yıllar sevgili peygamberimizin babası Abdullah’ın câriyesi olarak peygamber ocağının hizmetlerini gördü. Onun vefatından sonra da aynı evde kaldı. Artık hem anne Âmine’nin, hem de varlık Nuru Muhammed’in yardımcısı oldu.

O, hizmetli, şefkatli ve sevgi dolu bir gönle sâhipti. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz beş-altı yaşlarında iken annesi Hz. Âmine (r.anhâ) Ümmü Eymen’i de yanına alarak birlikte Medine’ye doğru bir yolculuğa çıktılar. Hem kocası Abdullah’ın kabrini, hem de dayızâdelerini ziyaret etmek istediler. Bir ay kadar Medine’de kaldılar.

Ümmü Eymen becerikli, işbilir bir hanımdı. Candan hizmetiyle kendini sevdirmişti. Varlık Nuru Muhammed’in üzerine titriyor ve gözünü ondan ayırmıyordu. Onu yabancı gözlerden, kötü niyetli insanların bakışından korumağa çalışıyordu. Birgün başına şöyle bir hâdise geldi. Kendisi şöyle anlatır:

“Birgün Yahûdî âlimlerinden iki kişi yanıma geldi. Ahmed’i yanımıza çıkar da bir görelim dediler. Ben de o nur Ahmed’i yanlarına çıkardım. Çocuğu uzun uzun süzdüler. Her tarafına baktılar. Sonra şunları söylediler: “Bu çocuk beklenen son peygamber olsa gerek. Burası da onun hicret edeceği yer. Bu memlekette çok büyük savaşlar olacak, büyük hâdiseler vukû bulacaktır.” dediler.

Ümmü Eymen bir annenin üzerine titrediği gibi yavrusuna dikkat ediyordu. Ona bir zarar vermelerinden korkmağa başladı. “Sevgili oğlunun” yanından hiç ayrılmamaya çalıştı. Nihayet Mekke’ye dönmeğe karar verdiler.

Üç kişilik kafile Medine’den ayrılıp Mekke’ye doğru hareket ettiler. Neşeli bir şekilde yollarına devam ederek Ebvâ köyüne kadar geldiler. Yolda rahatsızlanan Hz. Âmine (r.anhâ) burada biraz istirahat etmek istedi. Fakat hastalığı şiddetlenerek artmaya başladı. Ümmü Eymen bir tarafta Hz. Âmine annemize hizmet ederken yavrucuğu nur Muhammed’den de gözünü ayırmıyordu. Annesinin başucunda oturan geleceğin peygamberi Varlık Nuru Can Ahmed sevgili anneciğinin çektiği ıstırablardan dolayı gözyaşı akıtıyordu. Artık anneciğinden ayrılacağı kanaati kendine gelmeye başladı. Sevgili annesi Hz. Âmine (r.anhâ) da yavrucuğunun yüzüne bakıyor, kendi acılarını unutarak onu düşünüyordu. Nur Muhammed’inden ayrılacağı hissi onu da kaplamıştı. Hastalığı da gittikçe şiddetlenmekteydi. Bir ara gördüğü rüya hatırına geldi. Sevgili yavrusunun nur yüzüne bakarak ona şöyle hitab etti:

“Ey mübarek çocuk! Ey dünyaya bulaşmadan bir konup, sonra uçup giden güvercin (Abdullah)’ın oğlu! Baban her şeyin sahibi ve her şeyi bilen Allah’ın yardımıyla oklarla kur’a çekildiği günün sabahı yüz deve karşılığında kurban edilmekten kurtulmuştu.

“Yavrucuğum! Eğer rüyada gördüklerim çıkarsa sen bütün insanlığa gönderilecek ve helâl-haramı öğreteceksin. İnsanları hakîkate ve İslâm’a ulaştıracaksın. Baban İbrahim’in dininde olacaksın. Allah seni bütün putlardan ve putperestlikten koruyacaktır. Senin dâvân insanlık durdukça devam edecektir.

Her canlı ölecek, her yeni eskiyecek, her yaşlı dünyadan ayrılıp gidecektir. İşte ben de ölüyorum. Fakat adım ebediyyen kalacak. Çünkü arkamda hayırlı ve tertemiz bir evlâd bırakıyorum.” diyerek son sözlerini bitirdi. Sonra ciğerpâresi yavrucuğunu önce Allah’a sonra da dadısı Ümmü Eymen’e emanet etti. Otuz sene gibi kısa bir ömür süren Hz. Âmine (r.anhâ) annemiz çok geçmeden ruhunu Yüce Rabbimize teslim etti.

Dünyaya gelirken baba yetimi olarak doğan sevgili Peygamberimiz altı yaşına girerken de anneden ayrılarak öksüz kaldı. Yüce Rabbimiz onu kendisine seçmişti. Kimseye güvenip dayanmasını istemiyordu. Onu hayatın türlü acılarıyla yetiştirerek ahlâkın en zirvesine çıkarmak istiyordu. En kâmil insan, en güzel insan olarak kıyamete kadar gelecek insanlığa “üsve-i hasene” “örnek insan” olması için kendinden başkasına güvenip dayanmasını istemiyordu. “Şüphesiz ki sen en yüce ahlâk üzeresin” (Kalem sûresi: 4) hitabına lâyık kılmak istiyordu.

Ümmü Eymen sırtına ağır bir yük yüklendiğinin farkında idi. Bundan sonra o varlık nûruna öyle hizmet etti ki, annesinin yokluğunu hissettirmemeğe çalıştı. Bunun için elinden gelen fedakârlığı göstermeye gayret etti. Varlık nuruna öz evlâdı gibi baktı. Onu bağrına bastı ve şu sözleriyle teselli etti:

“Üzülme, ağlama canım Muhammed’im! İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. An da O’nun, mal da. Hepsi bize emânet. O nasıl vermişse öyle alır.” dedi.

Hz. Âmine (r.anhâ) Ebvâ köyüne defnedildikten sonra Nur Muhammed’i Mekke’ye götürme vazifesi Ümmü Eymen’e kaldı. Birlikte iki deve üzerinde mahzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştılar. Ümmü Eymen gözyaşları arasında Can Ahmed’i dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.

Ümmü Eymen Can Ahmed’e evleninceye kadar candan hizmet etti. Bir anne şefkatiyle onu bağrına bastı. İki Cihan Güneşi Efendimiz de evlendikten sonra fedakâr dadısını hiç unutmadı. Ona her türlü hürmeti gösterdi. Ziyaretini eksik etmedi. Devamlı yardımına koştu. Bir evlâdın annesine göstereceği sevgi ve saygıyı gösterdi. O peygamber olarak gönderilince Ümmü Eymen ona ilk inananlardan oldu. İslâm’a dâvetinde onu yalnız bırakmadı.

Ümmü Eymen (r.anhâ) ilk müslümanların çektiği sıkıntıları, çileleri çekti. Fakat aslâ imanından taviz vermedi. Habeşistan’a ve Medine’ye hicret etti. Sevgili Peygamberimizi yalnız bırakmadı. Kocası Ubeyd İbni Zeyd ile mesud bir hayat yaşıyordu. Huneyn savaşında kocası şehid düşünce dul kaldı.

İki Cihan Güneşi Efendimiz her türlü yokluk, çile ve ıstıraplara göğüs geren fedakâr dadısı Ümmü Eymen (r.anhâ)’yı yalnız bırakmak istemedi. Birgün ashâbıyla otururken, “Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen Ümmü Eymen’le evlensin.” buyurdu.

Ümmü Eymen (r.anhâ) bu müjdeli haberi duyunca sevincinden gözyaşlarını tutamadı. Cennetlik olmak ne büyük bahtiyarlıktı.

Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimizin emrini yerine getirmek üzere ilk taleb evlâtlığı Zeyd’den geldi. Zeyd İbni Hârise (r.a) genç idi. Ümmü Eymen (r.anhâ) gibi yaşlı bir hanımla evlenmeye kalkması sadece Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin memnuniyetini kazanmaya yönelikti.

Efendimiz fedakâr dadısını genç sahâbisi Zeyd’e nikâhladı. Bu evlilikten İslâm’ın genç kumandanı Üsâme İbni Zeyd (r.a) dünyaya geldi.

Ümüm Eymen (r.anhâ) teslim ve tevekkül sâhibi bahtiyar bir hanımdı. En zor durumlarda dahî Cenâb-ı Hak’tan ümidini kesmezdi. Onun yardımının mutlaka kendisine ulaşacağına inanırdı. Hicret ederken Revhâ yakınlarında gecelemişti. Çok susamıştı. Yanında hiç suyu kalmamıştı. Ama Rabbinin kendisini gördüğüne inancı sonsuzdu. Bu inancın bu teslimiyet ve tevekkülün mükâfatını bazen peşin görürdü. İşte bu sefer de Rabbisinin yardımı yetişmişti. Semâdan beyaz iple sarkıtılmış bir kova gördü. Hemen o tarafa koştu. Varınca gördü ki, içi berrak, buz gibi su dolu. Kana kana içti. Tamamen susuzluğu geçti ve rahatladı. Bu vakayı kendisi naklettikten sonra: “Artık bundan sonra bana susuzluk hissi gelmedi. Bir daha susuzluk çekmedim.” dedi.

O gözü pek, cesûr, kahraman bir iman fedâisi idi. Allah ve Resûlû yoluna hayatını ortaya koymuştu. Uhud günü İki Cihan Güneşi Efendimizin etrafından dağılanlara pek üzülmüş ve onlara: “Burada iğ var! Bâri onu al da iplik bük! Kılıcını da getir bana ver. Kadınlarla birlikte çarpışayım.” diye serzenişte bulunmuştur.

O, Uhud günü diğer hanımlarla birlikte yaralıların tedavisinde çalıştı. Mücâhidlere su dağıttı. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin etrafından ayrılmadı.

O bir peygamber âşığı idi. Onunla birlikte sevinir, onunla birlikte üzülürdü. Birgün Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz hasta bir çocuğu kucağına almıştı Çocuk ağır hasta idi. Hep ıstırabından inliyordu. Rahmet Peygamberi Efendimiz çocuğun çektiği acıya dayanamadı ve gözlerinden yaş akıtmağa başladı. Efendimizin bu halini gören Ümmü Eymen de ağlama başladı. Şefkat Peygamberi Efendimiz ona: “Niçin ağlıyorsun?” dedi. O da: “Allah Rasûlü ağlarken ben nasıl ağlamam?” diye cevap verdi. Efendimize olan sevgisini bu davranışıyla göstermiş oldu.

Ümmü Eymen (r.anhâ)’nın sevgili Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Bazen ona şaka ile karışık iltifatta bulunurdu. Fakat o yüce peygamber latîfe yaparken dahi hakîkati ifade ederdi. Onu incitmeden neşelendirirdi. Birgün Ümmü Eymen (r.anhâ) İki Cihan Güneşi Efendimize gelerek: “Bana bir binek temin etseniz.” diye müracaatta bulundu. Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz ona: “Seni deve yavrusuna bindireceğim.” buyurdu. Bu nükteyi farkedemeyen Ümmü Eymen (r.anhâ): “Ya Rasûlallah! Yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki” dedi. Efendimiz tekrar: “Seni ancak bir deve yavrusuna bindireceğim.” buyurdu.

O, Rasûlullah (s.a)’in kendisiyle şaka yaptığını zannetti. Fakat Efendimiz bir hakîkati söylemekteydi. Her deve, bir deveden doğması sebebiyle deve yavrusu değil miydi?

Ümmü Eymen (r.anhâ) İslâm’ı öğrenme ve öğretme konusunda da çok gayretli idi. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin dâr-ı bekâya uçtuğu günde gözyaşlarını tutamamıştı: “Niçin bu kadar ağlıyorsun?” denildiğinde o: “Ben vahyin kesilmesine ağlıyorum.” demişti. Üzüntüsünde bile İslâmî gayret görülmekteydi.

Ümmü Eymen (r.anhâ) üç halife dönemini yaşamış gözü yaşlı, gönlü sevgi, şefkat ve merhamet dolu bir hanım sahabidir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.anhüm) sık sık ziyaretine giderlerdi. Ona lâyık olduğu hürmeti gösterirler, ihtiyaçlarını gidererek hizmet ederlerdi. O da gözü yaşlı bir hanımefendi olduğu için onları görünce hislenir, sevgili peygamberimizi hatırlar ve vahyin kesilmesine ağlardı. Hz. Ömer (r.a)’ın namazda yaralandığını öğrenince yine gözyaşlarını tutamamıştı. Etrafındakiler niçin bu kadar ağlıyorsun? diye sorunca: “Bugün İslâm zayıfladı” demişti.

Neşesi, kederi, sevinci, ağlaması hep Allah içindi. Bütün düşüncesi, davranışları, sözleri hep İslâmî gayret ve hassasiyetin bir neticesiydi. Yaşı bir hayli ilerleyen Ümmü Eymen (r.anhâ) Hz. Osman (r.a)’ın halifeliğinin ilk yıllarında rahmete kavuştu. Cenâb-ı Hak’tan onun gibi hassas yürekli, dinî gayrete sahip olabilmeyi ve şefaatlerine erebilmeyi niyaz ederiz. Amin.

Mustafa Eriş
Altınoluk Dergisi

17 Kasım 2011 Perşembe

GERÇEK: GÖRMEDİKLERİMİZ Mİ?

Şuuraltını etkilemeyi hedefleyen mesajlara “subliminal” adı verilir. Genel olarak “şuuraltına” yönelik gizli mesajlar olarak ifade edebiliriz. Kişinin şuuraltına “subliminal” mesaj göndermenin birçok yolu bulunuyor. Bunlardan en çok kullanılanları:

1. Dijital ses dosyalarına gizlenen işitsel yolları.

2. Gözle algılanamayacak kadar kısa süreyle ve sık patlayan flaşlar şeklinde sinema ya da televizyon görüntüsü yoluyla şuuraltına itilen 25. kareler.

3. Reklam afişleri, logoları ve benzeri nitelikteki görsel malzemenin içine saklanmış şekil, kelime ve rakamlar.

Bu yöntem; bir ürünün reklamını yapmaktan, bir inancın ya da görüşün propagandasını yapmaya, psikolojik savaşa, uluslararası ilişkilere, yanıltıcı bilgilendirmeye kadar varan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır. Görsel ve işitsel olarak (şuurlu) algılananlar değil; şuuraltı seviyesinde algılanan söz, resim, görüntü ve şekillerden oluşur.

Bunlardan en çok kullanılanı dijital ses dosyalarına gizlenen ses mesajlardır. Üzerinde oynanabilirliği, işlenilmesi ve yayılması daha kolayolduğundan MP3 dosyaları gizli mesaj için biçilmiş kaftandır diyebiliriz.

Peki, sistem nasıl işliyor?

İnsan kulağı sadece belirli titreşim sıklığı aralıklarındaki sesleri duyabilir. Eğer siz bir müzik parçasını rahatça duyabiliyorsanız, bu sizin duyabileceğiniz titreşim aralığında olduğunu gösterir. İnsan beyninin algısı ise, bundan daha düşük ya da daha yüksek frekansları algılayabilecek kapasitededir. Dikkat ediniz: “duyabilecek” demiyoruz, algılayabilecek diyoruz. Yani, kulağımız ancak belirli bir titreşim aralığındaki sesleri duyabilir. Fakat beynimiz bu aralığın çok daha ötesindeki sesleri algılar, hisseder.

Şuuraltı ve şuuraltının özelliklerini anlattığımız zaman, ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaksınız. Ancak, şimdi öncelikli olarak bu “subliminal mesajların” (şuuraltı telkinlerin) neler olduğunu ve nasıl işlendiğini sizlere göstermemiz gerekiyor.

8 – 12 Hertz dalga boyundaki Subliminal mesaj içeren bir MP3′ü kulağınızla dinlersiniz, ancak içindeki gizli mesajı beyniniz dinler. Bu esnada kulağınız hiçbir şey duymaz. İnternette ve paylaşım programlarında şuuraltı mesajları içeren MP3 dosyaları bulunmaktadır. Hatta bu gizli mesajları frekans aralıklarına göre analiz ederek ortaya çıkartan yazılımlar dahi vardır.

Mesela, en korkunç uygulamalardan sadece biri: Bu uygulamaya Amerika, Irak’ı işgal etmeden önce bir yıl boyunca (daha fazla da olabilir) devam etti. Irak radyolarında Kur’an yayınının altından, çok düşük bir titreşimde, kulakla duyulmayan, ancak dimağla algılanarak Iraklıların şuuraltına gönderilen: “Direnmeniz faydasız” gibi mesajlar verilmiş ve bir ülke işte bu şekilde şuuraltı mesajlar ile işgale hazır edilmiştir.

25. KARE

Kişinin şuuraltına subliminal mesaj göndermenin birçok yolu olduğunu söylemiştik. İşte bunlardan bir diğeri de 25. kare tekniğidir. Peki, nedir bu 25. kare .Gördüğümüz bir anlık görüntü: 655 satır ve frame/çerçeve denilen 24 kareden oluşur.

Sinema şeridinde, saat, dakika, saniye olarak bir diziliş vardır. Her saniyeden sonra bir yabancı kare gelir ve bir saniye 24 karedir. Her 24 kare ise bir ekran büyüklüğündeki kareyi oluşturur. Her 327,5 satırda bir de “control-track” denilen aralık vardır. İşte bu aralıktaki görüntüler kesilip, aralarına başka görüntüler atılarak 25. kare oluşturulur ve bu son kare olan 25. kare anlıktır. Yani görüntü saniyede 1/24 olacakken, bu 1/25′e çıkar. Kareler 25 olunca bir anda bir görüntü gelir ve anında kaybolur. Genellikle göz ve beyne görünmez, daha doğrusu görülür ama şuuraltında kalır.

25. karenin temel mantığıda mesajı şuuraltına göndermek olduğu için, artık dünya sinema sanayisinde bu tekniği kullanmayan yok gibidir. Yani sizler evlerinizde rahat koltuklarınıza oturup herhangi bir televizyon kanalındaki herhangi bir dizi, film ya da bir belgeseli seyrederken aynızamanda 25 karelerle şuuraltınıza gönderilen mesajlara – telkinlere – saldırılara maruz kalabiliyorsunuz.

Göz bunları görmüyor ama saniyenin 3 binde biri gibi bir zaman aralığında bu görüntü şuuraltına ulaşıyor, orada depolanıyor. Bu gizli mesajlar sayesinde, o reklamı, diziyi, filmi ya da herhangi bir resmi hazırlayan kişi – yapımcı – yönetmen kendi hedefine, niyetine ve ideolojisine göre vermek istediği mesajı “25. Kare”lerle şuuraltına göndermiş oluyor.

PEKİ, GÖREMEDİĞİMİZ HALDE NASIL ETKİLENİYORUZ BU 25. KARELERDEN?

Bu adamlar zaten açıktan açığa bu işi yapıyorlar. Filmlerle, reklamlarla her türlü mesajı veriyorlar. Buna rağmen niçin böyle gizli bir kare uyguluyorlar?

Cevabı çok basit: Çünkü gördüğümüz zaman bu kadar etkili olmuyor. Çünkü kişi, şuurlu bir tercih ile gördüklerini veya duyduklarını ya ret ediyor ya da kabul ediyor. Çünkü baştan önüne seçenek getirilmiş oluyor.

Fakat bu, öyle bir şey ki insan onu görmüyor, duymuyor ve hissedemiyor. Yani bizlerin algı frekanslarımızın tamamen altında veya üstünde yer alıyor. Böyle bir şeyi kabul yahut ret etme gibi bir imkanımız var mı? Elbette hayır.

İşte 25. karenin ve subliminal reklamların temel mantığı budur! Hedefteki kitlenin şuurlu tercih hakkını gasp ederek, onları gizlice zehirlemek!

Bu işi yapanlar insanı ve insanın yaratılışını çok iyi biliyorlar. 1900’lü yıllara kadar uzanan bir geçmişi var bu tür çalışmaların. Psikolog ve psikanalistlerin insanla ilgili uyguladıkları, gözlemledikleri ve deneylerle ortaya koydukları bilgi ve bulgulardan yola çıkarak “İnsanı nasıl etkileyebiliriz?” sorusuna cevap aradılar. İlk başta ticari hedefler ve büyük şirketlerin mallarını halka pazarlamanın bir yolu olarak gördüler bu şuuraltı telkinleri. Daha sonra ise bu taktiği öğrenen her kişi ve her yapımcı kendi niyet, inanç ve ideolojisine göre vermek istediği mesajları bu yolla insanlara zerk etmeye başladılar.

25. KARE NE ZAMAN ve NASIL ORTAYA ÇIKMIŞTIR?

Şuuraltının bütün görüntü, ses ve resimleri kaydetme özelliği 1900’lü yıllardan beri insanları yönlendirmek için kullanılmaktadır.

1900’lü yıllarda Knight DUNLAP adında Amerikalı bir psikoloji profesörü illüzyon gösterisi yaparken şuur gücüyle algılanmayan “hissedilemez gölgeler” kullanarak aynı uzunluktaki 2 çizgiyi seyircilerin farklı ölçülerde algılamasını sağlamıştı.

İşte buradan hareketle şuuraltını hedef alarak mesaj göndermeyi hedefleyen ve adına “Subliminal Mesajlar” (Şuuraltı Telkinler) denilen bu tür reklamlar ilk kez 1950′li yıllarda Amerika’da ortaya çıktı. James Vicary adlı reklamcılık uzmanı, sinema salonlarında yaptığı bir deney sonucu patlamış mısır ve kola satışlarının arttığını iddia etti. Bu deneyde film perdede oynarken, saliselik görüntüler halinde gözle görülemeyen gizli kareler ve gizli mesajlarda: “patlamış mısır ye” ve “Kola iç” sloganları çıkıyordu. Seyirci bu sloganları şuurla algılayamadığı halde, şuuraltına hitap eden bu sloganlar neticesinde Kola satışlarının yüzde 18,1, patlamış mısır satışlarının ise yüzde 57,7 arttığı görüldü.

Bu şekilde, şuuraltına yönelmenin reklamın etkinliğini artırmada daha işlevsel olduğu görülmüştür.

İşte o gün bugündür uygulanan 25. kareler sadece bir insanı ya da bir topluluğu değil; bütün insanlığı tehdit ede gelmektedir.

Bir grup psikolog ve yazar bu konunun gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin uydurma ve efsane olduğunu ve insanları etkilemeyeceğini söylediler. Ancak, beyin dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi ile gizli mesaj içeren reklama beynin daha farklı ve fazla tepki verdiği gözlemlendikten sonra, bu yöntemin etkisi ispatlanmış oldu.

İşin en ilginç tarafı ise bu konuyu gündeme taşıyan, kitap, tez ve aile eğitim seminerlerinin yok denecek kadar az olmasıdır. Yıllardır uygulanan böyle ciddi ve hayati bir konunun nasıl olupta bütün bir insanlık tarafından henüz bu şekilde yeni yeni öğreniliyor olması düşündürücü olsa gerek.

Televizyon karşısında uyuyan – uyutulan bir çağda yaşıyoruz!

Uyan ey toplum ve uyandırın uyuyan ruhları!

Şuuraltımızı başkaları değil; biz yönetelim!

ASIL HEDEF ÇOÇUKLAR

Şuuraltı teknolojisi maalesef çizgi filmlerde, şarkılarda, reklam panolarında, filmlerde yasal olmayan bir şekilde kullanılıyor. Çocuklara sevgiyi kardeşliği öğütleyen masum zannettiğimiz çizgi filmlerin arasına pornografik resimler, şiddet unsuru içeren görüntüler bu teknolojiyle saklanıyor. Çocuğumuz fark etmeden o görüntüleri beynine konuk ediyor ve şahsiyetinin oluştuğu o en ciddi yaş diliminde (sıfır – yedi yaş arası) bu görüntüler içeride şuuraltında hapsoluyor. Artık siz siz olun her gördüğünüz ve duyduğunuza çok dikkat edin.

Özellikle Disney, yaptığı çizgi filmlerde cinsellik temasını yıllardır çocuklarımızın şuuraltına kazımıştır. “BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLAM UYGULANMAKTADIR” Sizler, televizyonlarınızın karşısında uyumaya devam eden ruhlar, koltuğunuza oturup en sevdiğiniz dizi ya da filmleriniz yayına başlarken: “BU FİLMDE / DİZİDE SANAL REKLAM UYGULANMAKTADIR” uyarısını görmediğinizi söyleyebilir misiniz?

Peki, ne demek “Sanal Reklam?”

Sanayi Bakanlığına göre sanal reklamın tarifi aşağıdaki gibi :

“Sanal reklam; hukuken kullanımı meşru görüntülerin, canlı veya banttan bilgisayar marifeti ile manipülasyonu ve söz konusu görüntülerde yeralan muhtelif unsurları reklam amacı ile halihazırda kullanılan veya ileride geliştirilecek teknolojiler vasıtasıyla oyun sahası ve çevresi üzerine düşürülen tüm görüntüleridir.” Televizyonda izlediğimiz pek çok dizide ya da filmde ya marka yerleştirme ya da sanal reklam uygulamaları ile karşılaşıyoruz. Bir dönem gişe rekorları kıran “Kurtlar Vadisi Irak” filmini hatırlayın. Film başlarken “Bu filmde sanal reklam uygulaması yapılmaktadır” uyarısı vardı. Ekranda bir ovada yol alan otomobili izlerken birden bir mimarlık firmasının reklam tabelası ve bir apartman beliriveriyor. Kerpiç evlerin üstüne getirilmek istenmiş ama başarılı olunamadığı için ortalık yerde duran uydu antenleri reklamları ve uyarı tabelalarının altında beliriveren markalar…

O halde en can alıcı soru şu: Niçin sanal reklam?

Çünkü şuuraltına telkin göndermenin en iyi yoludur da ondan.

REKLAMLARLA ŞUURU ÇALINAN İNSANLAR

İnsan beyninde şuuraltının tepki verdiği iki mühim olay var: “doğum” ve “ölüm”. Şuuraltımız bu 2 vakaya çok daha fazla tepki veriyor. Bu 2 mesaja daha duyarlı.

“Sex” (cinsellik) mesajı doğum arke tipinde, “kill” (öldürmek) mesajı da ölüm arke tipinde karşılanıyor. Bu simgeler, verilmek istenen mesajın içine yerleştirildiğinde şuuraltı bunları öncelikli algılar olarak saklayabiliyor ve sıra kullanıma geldiğinde, bu öncelikli depolanan veriler davranış ve hareketlerimize yön çiziyor.

ŞUURALTI TELKİNLER YASAK DEĞİL Mİ?

Şuuraltı reklamlarının etkisinin ispatlanmasının ardından bir yandan bu yöntemin kullanımı arttı ve diğer yandan da bu gibi yöntemlerin kullanılmasını önlemeye yönelik yasalar çıkartıldı. Ülkemizde RTÜK şuuraltı reklamı: “Teknik cihazlar vasıtasıyla televizyon yayınlarında çok kısa süreli görüntüler kullanarak, izleyicilerin ancak bilinçaltıyla algılayabilecekleri ürün veya hizmetlerin tanıtılmasına ilişkin mesajlar içeren reklamlar” olarak tanımlamıştır.

Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve şuuraltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 sayılı Yasanın 20. maddesi: “Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırt edilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, şuuraltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini” hükme bağlamıştır.

Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de: “Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır.”

1964′te İngiltere, 1974′te ABD olmak üzere dünyadaki 55 ülke insanlarını bu tekniklere karşı korumaya almıştır. Rusya’nın Ekatirinburg şehrinde yayın yapan ATN Televizyonun “Otur ve ATN izle” şeklinde bir gizli mesaj verdiği tespit edilmiş ve yayın lisansının 2 ay iptal edilmesine neden olmuştur.

Neticede, Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde şuuraltı reklam yasaklanmıştır. Ama bütün reklamları, dizi, film ve belgeselleri şuuraltı mesaj içerip içermediği noktasında denetleyecek bir yapı kurulamamıştır.

ŞUURALTI VE GENEL ÖZELLİKLERİ

Günlük hayatımızda yaşadığımız bazı sorunların şuuraltımızdan kaynaklandığını hep söyleriz. Ama acaba kaçımız şuuraltımızın gücünün ve öneminin farkındayız?

Şuuraltı çoğumuzun bildiği ya da duyduğu bir kavramdır. Bu kavram şuurumuzun farkında olmadığı ama davranışlarımızın yönlendirilmesindeönemli rol oynayan bir yapıyı belirtiyor. Şuuraltı, alt-benlik, şuur dışı olarak da adlandırılan şuuraltı kişiliğimizin farkında olmadığımız, denetimimiz dışındaki parçasını temsil etmektedir. Diğer bir deyişle bu, buzdağının görünmeyen kısmıdır.

Otomatik bir pilot gibi bütün tecrübelerimizi depolar. Bir hafıza deposudur. Tecrübelerinizi hatıralar şeklinde depolar. Şuuraltı heyecanlarımızı, sezgilerimizi, alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi depoladığı gibi, bunların faaliyete dökülmesinden de sorumludur.

Şuuraltımız, zihin telkini yoluyla ikna olunmaya müsaittir.

Şuurlu zihnin aksine, sorgulamadan tekrarla gelen teklifleri kabul eder, pekiştirir.

Bütün otomatik davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve heveslerimiz hafızada kayıtlı bilgiler arasındadır.

Şuuraltı zihin delillerle ne ikna edilebilir, ne de aldatılabilir. Fikirlere ve imajlara karşılık verir. Şuuraltının en mühim özelliği ise: şuurumuzun farkına varmadığı olayları, sesleri, resimleri kaydetmesidir. Siz 5 katlı bir binaya çıkarken merdivenleri saymıyorsunuz ama şuuraltınızda bu sayı biliniyor ve kaydediliyor. Aynı şekilde bebekliğimize dair hatıralar şuuraltı kayıtlarının arasında bulmak pekala mümkündür.

Şuur ise aynı anda 3 ila 7 işi yapabilir. Daha fazla görev yüklendiğinde kilitlenir. Bu yüzden dikkatimizi yönlendirmediğimiz, bizi o anda ilgilendirmeyen birçok veri bu filtreden süzülür. Beş duyumuzun karşılaştığı çok sayıda duyum, algılanmadan şuuraltı hafıza deposuna aktarılır. Demek ki duyduğumuz, gördüğümüz ama kavrayış olarak algılayamadığımız her şey şuuraltına ileride tekrar kullanılmak üzere veri olarak depolanır ve gelecekteki hareketlerimize yön çizer.

İşte tam da bu aşamada şuura değil ama şuuraltına hitap eden bütün propaganda ve veriler, bizim davranışlarımıza yön çizen güdüler olarak karşımıza çıkar. Zira sıklık arz eden tekrarlar derin algılarımıza yöneliktir.

GERÇEK: GÖRMEDİKLERİMİZ Mİ?

Şuuraltı dediğimiz alan, şuurun binde 999′unu oluşturuyor. Yani biz şu anda bu yazıyı, binde 1 seviyesinde görüyor, dinliyor ve okuyoruz.

Bunlar nasıl mı gerçekleşiyor? Gözde bilimsel olarak “fovea hareketleri” olarak isimlendirilen alan sizin şu anda görmediğiniz şeyleri de görüyor. Göz devamlı bir tarama içinde. Tarıyor ve aldığı bilgileri şuuraltına atıyor. Bunlar bilimsel verilerdir. İsteyen araştırsın.

Biz, normal şartlarda, gözümüzün fovea hareketleriyle beynimizde depolanmış şeylerin çok azını hatırlıyoruz. Ama mesela markete gittiğimizde 10 tane deterjan arasından 1 tanesini çekip alıyoruz. Yani gördüğümüzün ve de duyduğumuzun farkında olmadığımız şeylerin, şuur ortamına çıkarak bize o malı satın aldırması söz konusu oluyor.

Yani biz görmediğimizi zannettiğimiz şeyleri aslında görüyoruz ve şuuraltımıza gönderilen verilerin karar verme ya da faaliyete geçme aşamasında fikirlerimizi ve davranışlarımızı doğrudan etkiliyor.

Şimdi neden bu kadar derin bir uyku içinde olduğumuzu, niye bu kadar tepkisiz olduğumuzu, neden aslımızı unuttuğumuzu anlayabiliyor musunuz?

İdris BİLEN

10 Kasım 2011 Perşembe

Her zaman kalbimizdesin, saygıyla anıyoruz.

"ATATÜRK SEVDADIR"

Vatandan uzakta sanmayın sakın beni
Türkiyem içimde, ayrı değilim
Gurbetçi diyerek, anmayın beni
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Ay-yıldız göğsümde, şanım, gururum
İmanım kalbimde, parlayan nur'um
Vatanım ben sana kurban olurum
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Vatan sevgisini, bildim imanla
Her karış toprağı, yoğrulmuş kanla
Türkiye devleti, kurulmuş şanla
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Atamın, babamın, anamın yeri
Ruhumdur, nur'umdur, gözümün feri
Et kemik misali, daha ileri
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Mikdatî der yoktur başka vatanım
Senin hasretinle, matem tutanım
Türkiyem bendendir, ben de ondanım
Türkiyem içimde, ayrı değilim

Mikdat Bal

4 Kasım 2011 Cuma

Allaha emanetsin bebeğim...

İçimde minik bir kıpırtı var; bir kelebek kıpırtısı gibi...

"Birkaç gün sonra 16 Haftalık olacağım anneciğim" diyen minicik bir kalp... Rabbim bebişimizi korusun; sağlıklı, sıhhatli, hayırlı bir evlat olarak dünyaya gelmesini ve yaşamasını nasip etsin, bahtımıza güzel yazılar yazsın inşAllah,amin.

Beni sorarsanız yıllar sonra olunca azıcık şaşkınım ama bir o kadar da mutluyum. En çok kızıma söylerken zorlandım doğrusu, MâşaAllah prensesim çok güzel karşıladı:) Tüm anne olacaklara; Allah tamamına erdirsin, kolay bir hamilelik ve bebişlerini sağsalim kucaklarına alacakları kolay bir doğum nasip etsin diye bol bol dua ediyorum. Rabbim kimsenin kucağını boş bırakmasın, evlatlarıyla mutlu, sağlıklı, uzun ömürler nasip etsin,amin. Sevgiyle kalın, tekrar hayırlı bayramlar:)

Bayramımız mübarek olsun...

Daha nice bayramları sağlık, mutluluk ve sevdiklerinizle beraber karşılamanızı dilerim:)
ŞANLA ŞEREFLE DOLU 29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.

AKAN GÖZYAŞLARIN SONA ERDİĞİ AYDINLIK VE BARIŞ DOLU NİCE 88.YILLARA…