26 Şubat 2010 Cuma

Kıssadan hisse; Kanuni'nin cezası...

Kanuni Sultan Süleyman düğünlerde yetenekli kişilerin gösteri yapmasını çok severmiş. Yine bir gün, bir düğünde İstanbul’a Osmanlı ülkesindeki bütün canbazlar, madrabazlar, ateş üfleyenler vesaire vesaire hepsi doluşmuşlar. Kanuni gösterileri zevk ile izlemiş. Birinciye de ihsanlarda bulunacakmış. Bir adam varmış, dikiş iğnesini 5 metre uzağa koyuyor, dikiş ipini 5 metre uzaktan atıp iğnenin deliğinden geçiriyormuş. Kanuni bunu görünce hayretler içerisinde kalmış:
-Tesadüfen attı. Böyle bir şey mümkün değil, demiş.
Adam gösterisini bir daha yapmış. Dikiş ipliği yeniden 5 metre uzaktaki iğnenin deliğine girmiş. Kanuni şaşkınlık içerisinde:
-Bir daha yap bakalım, demiş.
Üçüncü denemeyi ayakta seyreden Kanuni, katıla katıla gülmüş ve şu meşhur emrini vermiş:
-Bu adama 100 altın verin, 100 de sopa atın.
Adam şaşkın:
-Padişahım 100 altını anladık ama neden 100 sopa?
Kanuni cevabını hemen vermiş:
-100 altın maharetin için, helal olsun, 100 sopa da boş işler ile uğraştığın için. Bu da bana helal olsun. Bre adam başka işin mi yok?
Neye yarayacak bu yaptığın?

HAYIRLI CUMALAR...

25 Şubat 2010 Perşembe

KANDİLİMİZ MÜBAREK OLSUN...


Yüce Rabbimiz hakkımızda herşeyin hayırlı ve
güzel olanını nasip et...
Bugünümüzü dünden yarınımızı bugünden daha
hayırlı ve güzel kıl...
Bizleri maddi ve manevi darda bırakma...
Bizleri bir an bile olsa nefsimizle başbaşa,
Bizi Bize bırakma...
Bizleri iki dünya saadetine ulaştır,
Yuvalarımıza huzur, mutluluk ve bereket ver.
Cümlemiz arasındaki borçlulara edalar, dertlilere
devalar, hastalara acil şifalar ver. İşi olmayanlara
hayırlı iş kapıları aç, işi olanlarında işlerini
rast getir, kazançlarını artır, kolaylaştır Ya Rabbim.

Bizleri ve yavrularımızı iyiliklerle, iyi insanlarla
karşılaştır, görünüz görünmez kazalardan belalardan,
kem gözlerden koru. Sağlık, sıhhat, afiyetle dolu hayırlı
ve uzun ömürler nasip et. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve
bu mübarek gecenin yüzü suyu hürmetine günahlarımızı
bağışla, gönlümüzdeki tüm hayırlı dualarımızı kabul et,
Hayırlı olana da gönlümüzü razı eyle...

Ey bütün ihtiyaçları karşılayan; Ey bütün belâları def eden;
Ey her duâya icâbet eden; Ey merhamet edenlerin en
merhametlisi olan Allahım! Rahmetinle, merhametinle
duâlarımızı katında kabul edilenlerden, bizleri de
Razı olduğun kullarından eyle!
AMİN...

24 Şubat 2010 Çarşamba

Herkes ödevlerini yerine getirsin!!!


Timsahla Filin dillere destan evliliğini duymuşsunuzdur belki...

İki sevgili evlendikten sonra, birbirlerine kendileri için “en değerli” olanı verme yarışına girerler. Timsah gölden en güzel balıkları çıkarıp sevgilisi file ikram eder. Fil de pek sevdiği yeşil yapraklarının en tazelerinden çırpıp sevgilisinin önüne atar.

Fakat sonuç hüsrandır.

Otçul olan fil için balıklar, etçil timsah için de tazecik yapraklar hiç de değerli değildir. Çift, sonunda anlar ki, herkesin kendisi için “en değerli” olanı vermesi iyi niyetli ancak teknik olarak yanlış bir davranıştır; hem iyi niyetli hem de teknik olarak doğru davranış eşi için “en değerli” olanı vermektir.

Sonuç olarak, fil timsaha hortumuyla tuttuğu ve zaten yemeyeceği balıkları, timsah da gölün dibinden kopardığı ve zaten sevmediği tazecik yosunları vermeye başlar. Mutlu olurlar; çünkü birbirlerini anlamaya vakit ayırmışlardır. İkisi de “Ben elimden geleni yapıyorum ya!” savunmasına girmemiştir.

Bu kısa masalı yabana atmayın. En az fil ve timsah kadar yabancıyız birbirimize. Erkeklerin kadınların ne istediği konusunda teknik ve detaylı çalışmalara ihtiyacı var.
Kadınların da hiç şüphesiz erkeklerin ne istediği üzerine kafa yormaları gerekiyor.

Evlilik terapistlerinin kendilerine boynu bükük gelen çiftlere hatırlattığı detayı bir de burada hatırlayalım: “Kötü olan siz değilsiniz; kötü olan ilişkiniz.” Yani, iyi insanlar da olsanız kötü bir ilişki kurabilirsiniz. Kötü bir ilişki içinde de olsanız, hâlâ iyi birer insan olmanız mümkündür. Böylece çiftlerin biraz olsun başları omuzlarının üzerinden uzaklaşır, biraz daha ümitle bakarlar soruna.

Evlilik terapistlerine hak verin, kendinize de fırsat tanıyın:

Doğrudur; iyi bir ilişkinin iyi bir insan olmaktan fazla şartları vardır. Evlendiğimiz gün, ilk çocuğumuz doğmuştur aslında; ilişkimiz. İlk günler heyecanla ve mutlulukla karşılarız onu; ondan sonra ne yapacağımızı düşünmeyiz bile.

Sonra bakarız ki, ilişkimiz konuşmayı bilmiyormuş. Aylar sonra emeklemeye başladığını, paytak yürüdüğünü fark ederiz. Sonra biz onu çocuğumuz bilip besledikçe ayağa kalkar, yürümeye başlar. Fakat çoğu kez ilişkimizin ilk çocuğumuz olduğunu aklımıza bile getirmeyiz; onu doğduğu gün aç bırakırız, kendi kendine beslenebileceğini, tek başına yürüyüp ayağa kalkabileceğini düşünürüz. Duruma göre, ilk çocuğumuzu doğar doğmaz inkâr edip cami kapısına ya da karakol önüne bile terk edebiliriz. İlk çığlıklarını attığında, kolayca boşanır, boşanmasak bile onu gayrimeşru bir çocuk gibi istemeye istemeye büyütürüz. İki “iyi” insan olarak “kötü” bir ilişkinin uçlarına yerleştiririz kendimizi. İlişkimiz de ilk fırsatını bulduğunda evden kaçıverir.

GELİN, işin bir ucundan tutalım. Bugüne kadar hiçbir erkeğin tam anlamıyla cevap bulamadığı “Kadınlar ne ister?” bilmecesinden çözebildiklerimizi paylaşalım. Yüzükoyun yatan, ortalıkta aç sefil dolaşan ilişkimizi ayağa kaldıralım, eve çağıralım. Bunun yolu da fil olarak timsahın ne istediğini bulmamızdan geçiyor. İlişkinin öbür ucundaki kadına “iyi” davranalım. Buna göre, bu yazıyı, erkekseniz bir keşif merakıyla; kadınsanız bulmacanın hiç şüphesiz eksik kalacak kısımlarını tamamlamak üzere okuyun.

Kadınların en çok istediği şey sözdür. Her erkeğin iki dudağı arasında olan sözü ister kadınlar. Konuşulsun isterler kendileriyle. Konuşmaları dinlensin isterler. Buna göre, ilk yapacağınız iş televizyonu kapatmak olsun. Koltuklarınızı birbirinize çevirin.

Yüz yüze bakın, göz göze gelin. Eşinizin gözünün içine baktığınızda tam da gözbebeğinin ortasında kendinizi göreceksiniz. Gözlerinin içine odaklandığınızda, sanki hep orada ağırlanıyormuş gibi hissedeceksiniz, eşinizin gözüne çoktan girdiğinizi fark edeceksiniz. Ancak bunun ona gözünüz gibi bakmaktan geçtiğini de gözlerinizle göreceksiniz.

Hazır göz göze gelmişken, eşinizin en son neler yaşadığını, yaşadıklarından ne hissettiğini anlamaya çalışın. Bu, kadınların en çok sevdiği empatinin ilk egzersizidir ve başarısızlığa uğrama ihtimaliniz neredeyse sıfırdır.

SIK SIK eşinize onunla birlikte olmaktan memnun olduğunuzu, onu takdir ettiğinizi ve yaptıklarına hayran olduğunuzu söyleyin. (Bu tavsiyelerin, basmakalıp şeyler olduğunu düşünenlerdenseniz, 24 saatinizi kesintisiz kucaktan hiç inmeyen bir bebekle geçirmeyi deneyin; kadınların ne kadar hayran olunası, takdir edilesi, memnun olunası işler yaptığını dehşetle fark edeceksiniz.)

Çok küçük ve sıradan işlerde bile, daracık zamanlarda bile, eşinizin ilgilerine ve tercihlerine önem gösterin. Mesela,
yürüyüş yaparken ya da arabayla evinize dönerken birkaç yol alternatifiniz varsa, eşinize hangi yolu tercih ettiğini sormanız, onu mutlu edecek, onun kalbine giden yolu genişletecektir.

Kadınların ne istediğini erkeklerin hemen anlaması zordur; zaten bunun için bir ömür boyu vaktimiz vardır. Fakat erkeklerin de kadınlar tarafından anlaşılmadığı durumlar seyrek değildir. Görünen o ki, erkeğe de kadına da “ev ödevi” düşüyor.

Hz. Ali (R.A.)'den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
"Sizin en hayırlınız, hanımına karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de hanımıma karşı sizin en hayırlı olanınızım. Kadınlara ancak kerim olanlar ikram, kötü olanlar da ihanet eder." (Aclûni, Keşfu'l-Hafa; No: 1234; 1/386.) buyurdu.

Ebû Hureyre (R.A.)'den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Bir mü'min erkek, bir mü'min kadına buğzetmesin! Çünkü onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir." (Müslim, Rada': 61, No: 1469)

Alıntıdır.

UYKUSUZZZ...

Gün boyu gözlerim öylesine yorulmuştu ki rengarenk tablolar ve rakamlarla... Eve geldiğimde de iyice kızarmışlar, kapatınca batıyormuş gibi acıyor, ağlıyormuş gibi de yaşarıyorlardı. Masal gibi anlattım farkındayım ama tek hissettiğim; başımda bitmek bilmeyen bir zonklama, omuzlarıma çökmüş bir bıkkınlık ve dinlenme isteğiydi. Şöööyle keyif yapayım dokunmayın bana azıcık der gibi baktım. Hatta keyfe gerek yok azıcık gözlerim dinlensin, suya sabuna dokunmayayım bu akşam dedim ama ne mümkün, olmadı olamadı. Bütün yorgunluğuma ve yılgınlığıma rağmen söylene söylenee çalıştım durdum. Ne mutfağın işi bitti, ne ödevler ne de vs.ler...

Sonunda olacağı oldu, bu sefer de iyice uykum kaçtı, gözlerimi kapatamadım:) Sıkıntılı çalışmaların hediyesi; omuzlarım ve boynumdaki ağrı hala devam ediyor üstelik... Tekrar uyuma çalışmalarıma geri dönmeden haftada birkaç gün ancak fırsat bulduğumda bakabildiğim h.mail mesajlarıma bakayım dedim. Bugün'e ait haberler de şu konu dikkatimi çekti hemen paylaşmak istedim. Ben bu söylenilenlerin çoğunu yapamadığım için;

UYUYAMIYORUM!!!

Uyku insanın en önemli ihtiyaçlarından birisi ancak uyku sorunları yaşamınızı kabusa çevirebilir.

Sadece sağlıklı olmak, kaliteli bir uyku için yeterli değil. Yediğiniz yemekten, işteki temponuz, uyanma saatinizden tutun da içtiğiniz kahveye kadar her şeyin bir dengesi var.

Her sabah aynı saatte, hatta mümkünse sabah 8’den önce kalkın.

Kahvaltı öncesinde mutlaka 15 dakika egzersiz yapın.

İyi bir kahvaltı, gününüzü enerji dolu geçirmek için şarttır.

Kıyafetleriniz hem dışarıda, hem evde son derece önemlidir. Sizi sıkmayan, rahatsız etmeyen giysileri tercih edin.

Günde en fazla 2 fincan kahve için. Siyah çayın da çoğu zararlıdır. Bitki çaylarına yönelin.

Gündelik hayatın stresi içinde kavrulanlardansanız, eve gitmeden bol oksijenli bir ortamda 15 dakika dinlenin. Derin nefes alarak sakinleşin.

Eşiniz, çocuğunuz veya aynı evi paylaştığınız kişilerle sohbet etmeyi ihmal etmeyin. Çocuğunuzun ödevlerine yardımcı olun, aile fertleriyle muhabbet edin.

Yatmadan önce ağır egzersizler yapmayın.

Uykudan önce gerilim filmi seyretmeyin.

Kış aylarında olsanız bile, yaşadığınız alanı sık sık havalandırın.

Akşam yemeğinde hafif yiyin ve en az 3 saat önce yemiş olun.

Özellikle yatmanıza yakın kahve, çay ya da gazlı içecek gibi içinde kafein olan içecekleri tüketmeyin.

Bir bardak süt veya ıhlamur, uyku öncesi içilecek en sağlıklı içeceklerdir.

Yatak odanızın sıcaklığının 20 dereceyi geçmemesine dikkat edin.

Yatmadan önce ılık bir duş alıp, diş ve ağız temizliğinizi yapmayı ihmal etmeyin.

Yatak odanızın sessiz, temiz ve havalandırılmış olmasına özen gösterin.

Uyurken kan dolaşımınızın düzenli olması ve toksinlerden arınmanız için, yatağınızın kalitesi önemlidir. Omurganızı destekleyen, sert olmayan ve anti alerjik maddelerden yapılmış bir yatakta uyuyun.

Eğer reflü gibi bir rahatsızlığınız yoksa, yastığınızın 11 santimetre yüksekliğinde olmasına dikkat edin.

Üstünüze örttüğünüz yorganlar, sentetik malzemeden olmamalıdır. Bu durumda vücudunuz nefes almayacaktır.

22 Şubat 2010 Pazartesi

İyi Haftalar...


Cuma günü uzun zamandır bir araya gelemediğimiz arkadaşlarımızla Manhattan Cafe'de öğle yemeği için buluşma imkanı bulduk. Vakit kısıtlı da olsa hoş bir sohbet yakalayabilmiş olmak güzeldi. Herkesin ayrı koşturmacası, ayrı konuları var ama önemli olan ortak noktalarda buluşabilmek... Dostluklar keyifli paylaşımlarla pekişiyor malum, biz birbirimizin yanında olmak isteyelim, gönüller bir olsun yeter ki... Kaldığımız Es'den devam edebilmek kolay:))

Söylediğim bir şey veya paylaştığım bir konu karşımdakinin yüzünde bir tebessüm oluşturabiliyorsa ne mutlu bana, amaç bugün bana yarın sana limanındaki kara bulutları dağıtıp,
pozitif elektriği yakalamak değil mi zaten?

Cuma akşamıysa çoğumuzun bildiği meşhur Ali Usta'daydık ailemle; Allah'a şükür yemek yapma derdi olmadı. Omsan'da çalışırken çok sık giderdik Ali Usta'ya... İlk zamanlar sadece Perşembe günleri Cevizli'ye gelirken sonralarında açtığı restoranlarla herkesin beğenisini kazanan Ali Usta, 30 yıllık tecrübesiyle dolup taşan restoranına rağmen mütevaziliğiyle, değişmeyen kalitesiyle tanınan bir esnaftır. Ailecek her gidişimizde selamlaşır, hal hatır sorar ve kendisine bol kazançlar dileyerek ayrılırız restoranından.. Et döneri, iskenderi, ayranı ve künefesi her biri damak çatlatan cinsinden:) Henüz gidemeyen ve bu lezzetle tanışmayanlar vardır diyerek blogumda paylaşmak istedim fakat başka bir blogta tüm detaylarıyla ve fotoğraflarıyla o kadar güzel anlatılmıştı ki (Hakkı Bey'in ellerine sağlık) sizleri bu sayfaya yönlendiriyorum, tık..tık..
Daha fazla resim için seyriistanbul.com'a buyrun. Bu arada döner sevmiyorum deyipte yemeyenler çok şey kaybediyorlar emin olun, denerseniz vazgeçemeyeceksiniz.

Hafta sonunun ilk günü nezleden dolayı biraz keyifsiz olan bendeniz kayınvalidemde yemeğe davetliydim. Köyden gelen Anneannesi ve eşim uzun uzun hasret giderdiler. Anlatacak ne çok şey varmış meğer, görüşmeyeli birikmiş birikmiş, torunuyla konu konuyu kovalar olmuştu resmen... Kimi zaman güldüler, kimi zaman üzüldüler (geçen sene dedesini kaybettiler), kimi zamanda anıları tazelediler... Torunlar ve çocuklar büyüklerin gözünde hiç büyümezmiş ya o misal:))

Pazar günü azıcık temizlik yapayım diye kendimi hırpalayan bendeniz rahatsızlığım için ilaç almak zorunda kaldım. Yemek olayını da en kolayından seçerek; tavuğu haşlayıp suyuna çorba ve pilav eşliğinde servise sundum:) Hem yarın okul için,
hem de çayın yanına yenir diyerek bir de pofuduk pohaça yaptım. Fakat bizimkilere yemek hafif gelmiş olacak ki koca pohaça tepsisinden ertesi güne sadece 5 tanesi kalıvermişti:))
Neyseki kolay bir tarif, buyrun siz de deneyin.

18 Şubat 2010 Perşembe

Hem leziz hem mutluluk hormonunu tetikleyenler:))


Çok sevdiğim arkadaşım Belginciğimin ellerine sağlık muhteşem olmuştu. Parmaklarımızı da beraber yiyecektik nerdeyse...

Bu tatlıyı bilmeyen yoktur sanırım. Kuru incire bayıldığım için tatlısına da hayranım:) İlk Kavacık Tarçın Cafe'de tanışmıştım bu harika tatlıyla, sene 1999, üstelik üzerine çikolata sosuyla bol kalorili olarak hazırlıyorlardı. Serapçığımı önceleri yarısını yemeye ikna edip beraber ısmarlardık, sonraları yarım porsiyon yetmeyince koca dilimleri tek başına ülütür olmuştuk:) Artık bu pratik tarifle ben de evde deneyebileceğim;

İNCİRLİ TATLI

KEK İÇİN

-10adet kuru incir

-1 su bardağı ceviz içi

-1 su bardağı toz şeker

-1 su bardağı un

-3 adet yumurta

-1 paket kabartma tozu

ŞERBETİ İÇİN


1,5 su bardağı su

-1yemek kaşığı neskafe

-Yarım su bardağı toz şeker

MUHALLEBİ İÇİN


-2 yemek kaşığı buğday nişastası

-1 yemek kaşığı un

-1 lt süt

-5 yemek kaşığı toz şeker

-100 gr tereyağ

-1 paket kremşanti

HAZIRLANIŞI

Yumurta ve şekeri bir kaseye koyup mikserle çırpalım. Cevizi, unu, kabartma tozunu ekleyip karıştırınız. Daha sonra akşamdan ıslattığımız incirleri blendırdan geçirip ilave edelim. Fırın tepsisine döküp 160 dereceli fırında pişirelim. Isı bu dereceden fazla olmamalı. Piştikten sonra 5 dk bekletip şerbet malzemelerini karıştıralım kekin her tarafına dökelim.

Diğer taraftan nişasta, un, şeker ve unu karıştırıp üzerine yavaş yavaş sütü boşaltıp karıştırarak krema yapalım inmeye yakın tereyağını koyup soğumaya bırakalım. Diğer taraftan kremşantiyi bir çaybardağı sütle mikserle karıştıralım buz dolabına koyalım. Pişirdiğimiz kremayı da buz dolabına koyup 20 dk soğuduktan sonra iki kremayı mikserle karıştıralım hazırladığımız kekin üzerine yayalım kakao veya hindistan ceviziyle süsleyip buzdolabında 2-3 saat dinlendirelim daha sonra dilimleyerek servis yapalım. İsteğe bağlı olarak çikolatalı sos da kullanabilirsiniz. Afiyet şeker olsun...

Bu öğlen yemekte İçerenköy Carrefour'daydım. Koton mağazasında %70 indirim vardı onu da değerlendireyim dedim:) Fakat birkaç gündür nezle ve boğaz ağrısıyla keyifsiz olduğum için alelacele bir şeyler alıp çıktım. Bu nanemollalığın sebebi malum; Cumartesi gününün soğuğunda ayakkabıcı ayakkabıcı dolaşmak :( Neyse bu tatsız konuyu açmayayım yine...
Akşam saatinde hazır boğazımdaki yanma alevlenmişken, sıcak çikolata hazırlamıştım onu paylaşayım; hem sıcak sıcak iyi geliyor, hem de çikolatanın yumuşak tadı mestediyor:) Tavsiye ederim, dinlendirici ve endorfin hormonunu hızla yükseltiyor...


DEMEDİ DEMEYİN!

İçinde endorphin bulunan besinlerin insanı mutlu ettiği artık kabul edilen bir gerçek. En çok endorfin içeren veya endorfin salınımını en çok arttıran 9 besin aşağıda sıralanmıştır. Bu besinlerin çoğu bol kalori içerdiğinden, mutluluğunuzun kilo artışıyla sekteye uğramaması için kalori miktarlarını hesaplayarak tüketin.

ÇİLEK

C Vitamini deposu olan çilek, önde gelen afrodizyaklar arasında yer alır. Çilek bütün salgı bezlerini çalıştırarak vücuda gençlik ve kuvvet kazandırır, çileği çok olan bölgenin halkı uzun yaşar. Yüksek tansiyonu düşürür, damarları temizler. Kansere karşı korur, böbrekte kum ve taş oluşmasını önler.

MUZ

Kokusuyla bile mutluluk aşılayan muz, tam bir endorphin deposudur. Kendinizi güçsüz ve sinirli mi hissediyorsunuz, hemen bir muz yiyin. Kalsiyum ve magnezyum içeren bu meyve strese karşı bire bir. Sinir hastalığı olanlar için her gün yemek arası saatlerde tüketilmesi gereken bir besindir.

ÜZÜM

Kırmızı ve beyaz üzüm yiyen herkes gülücükler saçar. Üzümde %20 oranında direk olarak kana karışan şeker vardır. Bedenen ve zihnen çalışanlar için iyi bir gıdadır. Gıda şekli anne sütüne benzer. Üzümdeki bol demir kan yapar. Yüz ve boyuna taze üzüm suyu sürülüp 10 dk. Sonra yıkanırsa cilde dirilik verir.

PORTAKAL

C ve B Vitamini açısından zengin olan portakal, insana dinamizm veriyor. Portakal içindeki C vitamini ince ve kalın damarların yumuşak kalmasını sağlar. Bacaklardaki varisi geçirir. Vücuttaki direnci arttırır. Grip ve nezlede portakal suyu, şeker, şarap karıştırılır üzerine sıcak su katılır ve içilir. Kanın durulmasına ve temizlenmesine yardımcı olur. Hazmı kolaylaştırır. Portakal reçeli ise karaciğeri çalıştırır.

ÇİKOLATA

Stresin bir numaralı düşmanı. Kendinizi kötü hissediyorsanız hemen bir parça çikolata yiyin. Flört etmek gibi bir şey. Bir kalem yemek yeterli, mutluluk hormonu "serotoninö anında beyinde dolaşıma çıkıyor. Çikolatanın içerdiği "penilatilaminö insanı bulutlara çıkarıyor. Çikolatada, yeşil çay ve sebze-meyvelerde bulunan flavonoid adlı bol miktarda vardır. Bu madde kanı sulandırıyor, kalp hastalıkları riskini azaltıyor. Çikolata kötü kolestrolun (LDL) okside olarak damar çeperine yapışmasını engelliyor. Tıpkı aspirin gibi kanda pıhtılaşmanın önüne geçiyor. Düzenli tüketenler arasındaki ölüm olayı yemeyenlere kıyasla % 30 daha geç gerçekleşiyor.(günde 30 gr)

DONDURMA

Çok yenirse şişmanlatıyor,az yenirse mutluluğa mutluluk katıyor. Dondurma yaşlanmayı önlüyor. Amerika da kişi başına 25 kg. Türkiye de kişi başına 6 Külah tüketiliyor. Sütten daha zengin bir besin bir besin maddesidir. A,B,C,D,E vitamini içerir. Çocukların sağlıklı büyümesi ve kemik erimesi sorunu olan kişiler için büyük önem taşıyor. Beslenme uzmanları dört mevsim tüketilmesini önermektedir.

MAKARNA

Çok ağır soslarla yenilmediği sürece enerji veren ve mutlu eden besinler arasında yer alıyor. Hazmı kolaydır. Özellikle sadece salata ile birlikte yenirse şişmanlatmaz.

EKMEK


Buğday ekmeği de sıkıntıları unutturuyor.

FISTIK

Yağ oranı yüksek ama yine de insanı mutlu ediyor. Roma İmp.da " Tanrı yiyeceği " olarak adlandırılan fıstığın kolestrolü düşürdüğü ve kalp krizi riskini azalttığı bildirildi Çocuklar ve sporcular daha fazla yiyebilirler. Demir, bakır, selenyum, magnezyum, çinko, potasyum ve fosfor gibi minerallerin doğal kaynağı olan bu çerez kalbimizin yanısıra, beyin-sinir sistemi, kas ve kemiklerimizin dostudur. Tuzsuz olanından hergün 10-15 adet yenilebilir.

SUSAM

Simit, mutluluğa giden yolda önemli bir yere sahiptir. Yağ ve protein içerir. Susamdan elde edilen tahin bal ile karıştırılıp yenirse boğaz ağrısı ve bronşite iyi gelir. Kışa girerken bağışıklık sistemini güçlendirmek için bolca tüketmeliyiz.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Sevdiğinizle Nice 14 Şubat'lara sağlıcakla...


Bugüne özel bir şeyler yapabilmek adına kahvaltı menüsüne özel bir şeyler hazırlamak isterdim ama o havada hiç değildim. Ben soluğu Carrefour Maltepe'nin ayakkabı mağazalarında buldum. Evden çıktığımda eşim uyuyordu, kızıma pastaneden aldığım bir pohaçayla kahvaltı yapmadan yola çıkmıştık üstelik. Maksat günün aşırı kalabalığına kalmadan çizmemizi alıp Pazar kahvaltısına yetişebilmekti. Yine bütün mağazaları dolaştık genelde numara kalmamış. En sonunda alt kattaki Flo mağazasından güzel bir bot alabildik, 150 liradan 90 liraya inmesi beni çok sevindirmedi buna sebep olanlardan 90 misli 100 misli hesabı sorulsun diye söylenip durdum. Pozitiflik diye çabalayıp durmak yetmiyormuş demek ki hey heyler gelince; niye bu saatte burdayım? Niye bunca strese girdim? O mağaza bu mağaza dolaşıp durdum pazar pazar?

Ayakkabıcıdan çıktıktan sonra hediyemizi aldık; gömlek & kravat gibi klasik bir hediye oldu ama en hızlı ancak bu olabilirdi benim için, o an ki ruh halimde:( Hızla market bölümüne geçtik, farkında olmadan sevdiğim çaylardan doldurmuşum arabanın içine... Hepsini seviyorum hepsini + hediye olarak tasarlanmış bardaklar da güzelmiş. Ne diyorduk; "Bir iyilik yap kendine."
Ben bir bardak Relax olanından alayım:)


Eve geldiğimizde öğle saati olmuştu. Aşkım uyanmış sofrayı bizim için en özelinden hazırlamıştı. Carrefour'un envaiçeşit ekmekleri ve sokak simitleri de lezzete eklendi. Allah'a şükür beraberiz, sağlıklıyız diyerek günün geri kalanına yine olumlu bakmaya karar verdim. Sonra sevgililer günü hediyem olan taşlı terlikleri büyük bir keyifle giyinip 5 çayına annemden randevu aldım. Kekler, börekler benden; çay ve kömbe senden diyerek:) Onun yalnız kalmasını istemiyordum çünkü...........

Sinangil Fındık Aromalı Kekim


Elde açılmış kömbe yani kıymalı gözleme
(Anneciğimin ellerine sağlık)

Peynirli tepsi böreğim


Bu güzel gün sırasıyla sevdiklerimin gülüşünde anlam kazandı; onların mutluluğu benim mutluluğumla çoğaldı:)
HER ŞEYE RAĞMEN HAYAT ÇOK GÜZEL...

14 Şubat 2010 Pazar

Bunlar Cumartesi'den...

Henüz kızgınlığım geçmediğinden kendimi önce yemekle;

Nohutlu bulgur pilavı


Etli kuru biber ve lahana dolması yanına domates soslu turşu


Sonra yeğenimle meşgul ettim:) Ne oyunlar... ne oyunlarr...

Akşam annesine bırakıp ev sessizleşince yine aklıma geldi.
Kızımı da aldım Polaris'e gittik. Fakat ürünler indirime girdiği için hiç bir mağazada bu modelin kalmadığını öğrendik. Yeniden üzüldük. Ama sabrım artık kalmamış olacak ki daha çok söylenir olmuştum. Soğukta tüm mağazaları dolaştık; Mega Tekin, Arow, Bambi vs vs. yok.. yok.. Ne sinir bozucu bir süreç. En son, Sinem'e girdik. Hiç bir zaman haz etmedim bu mağazalardan, ikisinde de garip bir ilgisizlik var nedense; numara soruyosun cevap yok ya da ihmalkar tavırlarda yüz çevirip yokmuşsun gibi davranıyorlar. Bir daha asla gelmeyeceğim deyipte 2 senedir adım atmadığım mağazalarına kızım için girdim hala aynılar... Bu yüzden girmemizle çıkmamız bir oldu.Vakit geç olunca çizme olayını Pazar'a bıraktık anlayacağınız...

12 Şubat 2010 Cuma

HAYIRDIR İNŞALLAH!


Öncelikle Sevgililer gününüzü şimdiden kutluyorum.

Gün içinde pek fırsat bulamadım paylaşmaya ama sabahından akşamına enteresan şeyler vardı yaşanan...

Sabah tam evden çıkmaya hazırlanırken eşim aradı "tek sıra halinde bütün araçları çizmişler ama seninkine bakamadım" diyordu morali bozuk bir vaziyette:( Evet hazırlanıp arabanın yanına gittiğimde benimki de dahil bütün araçların sol arka çamurluktan sol ön çamurluğa kadar tek çizgi şeklinde anahtar veya sert bir cisimle çizildiğini gördüm. Hatta önümde park eden Kangoo aracı öyle bir derinlemesine çizmişler ki adamın yüzündeki şok ifadesini düşündükçe onun adına üzüldüm. Eşimin aracını da gayet derinlemesine çizmişler meğer, asıl onunkine üzülmek gerekmiş akşam görünce farkettim. Bu nasıl bir zihniyettir canice bir sürü aracı çizip mutlu mu oluyorlar anlamıyorum. O moralle düştüm yola; işyerinde keyifsizce çayımı içerken eşim aradı "aşağıdayım müsaitsen arabaya bakıcam gel" dedi. Neyse yanına gittim dikkatlice yaptığımız inceleme sonucu bazı yerlerin lokal boya gerektirse de diğer kısımların pasta cilayla çıkabileceğine karar verdik. Kendi arabasını bırakıp Note'la direk Bostancıoğlu'na gitti. Önce arabayı yıkatmış sonra çıkabildiği kadar serviste pasta cilasını yaptırıp aracı bana teslim etti. Üstelik kendi arabasının çizikleri pasta cilayla bile hafiflememiş olmasına rağmen can sıkıntısını bana yansıtmadan... Şimdilik lokal boya gerektiren yani pasta cilayla kapanmayan ufak tefek yerleri pek belli olmadığı için boyattırmama kararı aldım. Fakat bu haliyle bile eşimin konuyla bizzat gelip ilgilenmiş olması güne başlarken yaşadığım demotivasyonu engellemiş oldu, çok şükür.

Öğle tatiline çıktığımızdaysa yemek firmamız Sardunya Sevgililer günümüzü kutlamak için leziz menülerinin yanına harika kalpli kurabiyeler hazırlamış. Bizi onlarla tatlı tatlı karşılayıp pozitif bir enerji kattıkları için kendilerine teşekkürler ediyorum. Hoş bir sürpriz oldu gerçekten, çünkü ben sabah ki koşturmacadan tamamen unutmuştum yarının anlam ve önemini bizler için:)


Yemekten döndükten sonra 14 Şubat için hazırlanmış Alışveriş dergisini inceledim. Bu muhteşem kapağa bayıldım, sevdiğim objelerin olduğu çok etkileyici bir resimmm...


Hemen sayfaları çevirip bana bugün jest yapan eşime güzel hediyeler bakayım dedim;


Fakat ne mümkün beğendiğim herşey ateş pahasıydı, en iyisi bütçeye uygun bir şeyler bakmak dedim. Kendim için de beğenmek adına bu iki sayfadan kırmızı taşlı saat ve çizmeye bayıldım diyebilirim. Yalnız yok, bu kadar uçuk fiyatlara imkansız alınmaz!

Her iki resimde de göreceğiniz gibi tam sevgililer gününe uygun renkte; çok şık, kaliteli bir marka, pırıltılı muhteşem bir saat ama ne olursa olsun 17.247 TL aşırı abartılı bir fiyat, kalsın.


Cuma gününün ikinci yarısındaysa hem işleri toparlama hem haftaya temiz başlamak adına çalışmalar yaptıktan sonra arada bloguma küçük anektodlar bıraktım, pozitiflik adına:)

Akşam eve dönerken yağan yağmur eşliğinde kızımı dersaneden aldım, koştur koştur evde yiyecek bir şeyler hazırladım. Kalp kurabiyelerimi sahiplerine verdim:)

Buraya kadar her şey normal çekirdek ailemiz için...

Sonra kapı çaldı apartman görevlimiz çöpü almak için zile basmıştı. Kapıyı açtığımda ayakkabılarımızı da alayım diye eğildim ki bir de ne göreyim saat 19.15'de anneciğiyle eve gelen Hilalciğin çizmesinin biri var biri yok. Saat 20.00 moraller sıfır! Gözlerime inanamadım hırsızlık olsa niye birini alıp diğerini bıraksın. Üstelik kızım bu çizmeyi yaklaşık 2 aydır çok da severek giyiniyordu, kim yapabilirdi ki böyle bir şeyi.. Yanında duran benim ayakkabılarıma dokunmamış, yani amaç çalmak değil belli.. Sadece 1-tek çizmeyi alıp gitmiş, rezil!!!

İnsanlar niye bu kadar vicdansızlaştılar anlamıyorum. Apt. Yöneticimiz belki kapıda ayakkabı unuttuk diye almıştır deyip sordum (hoş asla öyle bir şey yapacak insan değildir ya..) Her yere baktık ama O da alıp birinin özellikle çöpe atmış, saklamış olabileceğini falan söyledi. Genelde evde olmadığımız için pek kimseyle komşuluğumuz veya alıp veremediğimiz de yok selamlaşmak dışında, kim niye alsın ki deyip durdum şaşkın vaziyette... Hayatımda duymadığım bir şey bu. Bir-iki laf etmeden rahatlayamayacağım kusuruma bakmayın lütfen;


Hey sana söylüyorum her kimsen!!! Gerçi böyle bir aşağılık davranışı yaptığına göre seviyeli blogları okumaktan da acizsindir ama birilerinin malına zarar vermekteki amacın ne? Resimdekini tanıdın mı? 12 yaşındaki bir çocuğun çok severek Polaris'ten 80 liraya aldığı yepyeni çizmelerden ne istedin? veya bu saçmasapan garip duyguyu bize yaşatmaya ne hakkın vardı? Umarım sen de benim yavrum gibi sevdiğin bir şeyi kaybedip üzülürsün!

Arabaları çizen manyaklar size gelince, yukardaki paragrafın ilk iki cümlesi size de hitap ediyor. Tüm araç sahipleri polise şikayette bulunduk. Elbet bir gün kameralardan yakalanırsınız ve verdiğiniz o maddi zararlar yanınıza kar kalmaz.
Beyini gelişmemiş, kompleks sahibi, kıskanç insanların ettiğinin hesabı bir gün mutlaka sorulur kendilerine hiç merak etmeyin siz; Kötülük eden kötülük bulur!!!

Pozitif ışıkla dolu Cumalar olsun...


Şu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Şer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et.

Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak.

Unutma; Senin gönlün değişirse, dünya değişir.

11 Şubat 2010 Perşembe

Yüzüncü Maymun


"Başkalarının mutluluğundan kendine pay çıkaran insan, en mutlu insandır. (Goethe)

Size gerçek bir hikâye anlatacağım:
Yüzüncü Maymun'un hikâyesini...

Pasifik Okyanusu'nda irili ufaklı birçok ada. Bu adalarda Macaca Fuscata türü Japon maymunları yaşıyor. Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki davranışları otuz yılı aşkın bir süre bilim insanları tarafından gözleniyor.

1952'de Koshima Adası'nda bilim insanları maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyorlar. Bu adanın maymunları da tatlı patatesin tadından hoşlanıyor ama yiyeceklerinin kumlu olması hiç de hoşlarına gitmiyor. Ama can boğazdan gelir diyerek kumlu da olsa tatlı patatesleri yemeye devam ediyorlar.

Bir gün, on sekiz aylık İmo isimli dişi maymun bu soruna bir çözüm buluyor, İmo, tatlı patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor. Bu buluşunu annesine de öğretiyor, İmo'nun arkadaşları da patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyor ve kendi annelerine de öğretiyor. Bu yeni davranış biçimi bilim insanlarının gözleri önünde, yavaş yavaş maymunlar arasında yayılıyor.

1952 ve 1958 yılları arasında genç maymunlar, beslenmelerini daha zevkli hale getirmek için, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. Bu daha sağlıklı ve zevkli yeni davranış biçimini çocuklarını taklit ederek onlardan yeni bir şey öğrenen yetişkin maymunlar da kazanıyor. Yeniliklere açık olmayan, çocuklar ve gençlerden de öğrenilebileceğini düşünmeyen, kendi bildiklerini tekrar eden yetişkin maymunlar ise kumlu patates yemeye devam ediyor. 1958'in sonbaharında çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Koshima maymunlarının bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerini suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor.

Bir sabah, gün doğarken yüzüncü maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an her şey değişiyor. Aynı günün akşamı, adadaki hemen hemen tüm maymunlar, patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. Yüzüncü maymunun ilave enerjisi her nedense devrim yaratıyor!

Ama hikâye bitmedi. Bilim insanlarını şaşırtan asıl sürpriz, bu adayla doğrudan bir ilişkileri olmadığı halde, diğer adalardaki maymun kolonilerinin de aynı anda patateslerini yıkamaya başlamaları... Yeni bir düşünce ve davranış tarzı, toplumları oluşturan fertlerin belirli bir oranı tarafından benimsendiği an, bu yenilik, mesafenin önemi olmaksızın zihinden zihine aktarılabiliyor.. Yani, "Yüzüncü Maymun Fenomeni" denilen bu fenomen şunu gösteriyor: Yeni bir düşünce, yeni bir yol, toplumda sadece belirli sayıda insanlar tarafından biliniyorsa, bu yenilik sadece o kişilere ait bir şey oluyor.

Ama "bilenlerin" sayısı belli bir kritik noktaya ulaştığı an, sadece bir kişinin daha "yeni yol"a katılması, toplum bilincinin aşama geçirmesine yol açıyor. Yeni düşünce, birdenbire herkes tarafından düşünülmeye başlanıyor. Niceliğin niteliğe dönüşme noktası...

"Yüzüncü Maymun Fenomeni", Duke Üniversitesi'nden Doktor J.B. Rhine tarafından değişik deneylerde tekrarlanıyor. Sonuç her seferinde aynı. Bugüne dek mutsuz, huzursuz, bencil, korku dolu, karamsar bir dünya süre geldi. Zihinlerde hala taş devri korkularmı taşıyoruz. Yeniliklere açık, farklı düşünenler ise aşağılanıyorlar, alay ediliyorlar, toplum dışına itiliyorlar. Cesaretleri takdir edilmek bir yana söndürülmeye çalışılıyor bu insanların... Einstein bile teorisini ilk ortaya attığında meslektaşları tarafından kınanmış. Sıradan insan asla büyük insan olamaz. Doğar, yaşar ve ölür. Buna yaşamak denirse! Dünyada mutlu, huzurlu, sevecen, aydınlık dolu insanlar yok mu? Cesur bir dünya isteyen ve bu uğurda çaba göstermekten çekinmeyen, her şeyi göze alan insanlar yok mu? Elbette var. Sayıları gittikçe de çoğalıyor. İnsanın, insanlık boyutunda devrim yapabilmesi için yüzüncü maymunun aralarına katılmasını bekliyorlar. "Yüzüncü Maymun" belki de sizsiniz.

100. maymun'da olduğu gibi bizler bu yolda Başarılı bir şekilde kendimizi istediğimiz seviyeye çıkarttıkça daha mutlu ve huzurlu bir dünyanın oluşabilmesine katkı sağlamış olacağız.

Bunun olması için farkındalığımızı arttırarak bizi istediğimiz yaşamı yaşamaktan alıkoyan bilinçaltı kodlamalarımızı değiştirmemiz gerekmekte..

Basit fakat bir o kadar da etkili olduğunu deneyimleyeceğiniz bu çalışma da yaşamınızı oluşturan kodlarımızın dilimize nasıl yansıdığının farkındalığını kazanmış olacağız.

Kullandığımız kelimeler sadece bir ses değil çok büyük bir güçtür. Kendimizi ifade etme, iletişim kurma gücü.

Peki, iletişimi neden kurarız?

Onlarca anlamı olan iletişim kelimesini yaşamlarımızda en çok isteklerimizi gerçekleştirmek için taleplerimizi karşı tarafa bildirmek anlamında kullanırız.. işte bunun için kelimeler bizim için büyük bir güçtür. Kelimelerimizle düşünür.. kelimelerimizle yaratırız.. bu büyük güç tıpkı iki tarafı keskin bir bıçağa benzer.

Örneğin; tek bir sözle karşınızda ki insanı mutlu edebilir.. yine tek bir sözünüzle karşınızda ki insanı bedbaht edebilirsiniz..

Şimdi kendinize bir sorun; elinizde ki bu gücü hem kendiniz hem başkaları için ne şekilde kullanıyorsunuz?

Liderlerin tek bir sözü ile büyük kitleler savaşlara katılabilir
ya da barışı ve sevgiyi yayabilir.. Mevlana ve Hitler de buna örnektir..

Bizlerle kendi yaşamlarımızda başta kendimiz olmak üzere etkileşimde olduğumuz kişilerin liderleriyiz. Bir kelimenin gücünü anladığınızda ağzınızı her açtığınızda çıkan etkili gücün farkına varırsınız..

Zihinlerimiz verimli topraklar gibidir. Sözlerimiz ise ektiğimiz tohumlar. Bu tohumlardan aldığımız ürün ise yaşamın içerisinde ki yaratımlarımız yani ilişkilerimiz, işimiz, sağlığımız v.b.

Ektiğimiz her tohum, yinelenme sayısı kadar güçlenir...
Örneğin bir kere kendime ben çirkinim dersem dünyanın en güzel kadını olsam da içimde bir “ben çirkinim” tohumu taşımaya başlarım.. bunu her yinelediğimde bu tohumlar tarlamda çoğalır karşılık olarak da güzellik tohumlarım azalır.. hasat zamanlarımda topladığım ürünlerde değişmeye başlar.. yaşamımda bana ne kadar güzel olduğumu söyleyen dostlar yerine çirkinliğimi yüzüme vuran insanlar ya da olaylar olmaya başlar..

Her inandığım söz kuvvetlenmeye sonsuz bereketli tarlamda büyümeye başlar.. Bunu bildiğim için ağzımdan çıkan her kelimeye koşulsuz sevgiyi, kendim ve bütünüm için iyi dilekleri yüklerim.

Haydi, şimdi birlikte bu çalışmayı yapalım. Bir ay boyunca ağzımızdan sadece güzel ve iyi olanın çıkmasına izin verelim. Bu harika oyunda bize en yakınlarımızın da eşlik etmesini sağlayalım.

Yalanı değil doğruyu konuşalım.

Dedikodu yapmayalım. Yanımızda olmayan bir insan hakkında konuşurken sadece iyi dileklerimiz dudaklarımızdan dökülsün.

Kendimizi eleştirmeyelim bunun yerine kendimizi her gün daha iyiye daha güzele taşıyacak olan güzel sözler söyleyelim. Ben …. diye kurduğumuz her cümle yaşam kalitemizi belirlemekte. Öyleyse ben dedikten sonra kendimizin dostu olduğumuzu hatırlayalım.

Gerçekleşmesini istediğimiz niyetlerimizle ilgili güzel şeyler düşünelim ve konuşalım. Hatırlayalım ki düşünmek sessiz konuşmaktır. İyi bir işimiz olmasını istiyor olabiliriz ancak gün içerisinde kaç sefer iş bulmanın zor olduğunu, patronların ya da şirketlerin acımasız olduğunu, ekonomik kriz v.b durumları değerlendiriyoruz? Bunun yerine evrende her şeyin bol ve sınırsız olduğunu, yaşamın bereketli olduğunu, herkese her şeyin yeteceğini hatırlayalım. Bu düşüncenizi ve sözlerinizi kuvvetlendirmek içinde etrafınızı incelemeniz yeterli.

Aldığınız her nefes sonsuz ve sınırsızlığın göstergesi değil mi?
Milyarlarca insan her an nefes alıyor ve bu milyonlarca yıldır devam ediyor üstelik sadece insanlar değil... hayvanlar .. bitkiler de..

Kahvaltıda yediğiniz zeytinin çekirdeğinin içerisinde her yıl hasat zamanında binlerce zeytin verecek bir ağaç yok mu? Aynı durum meyveler ve bitkiler içinde geçerli değil mi?

Bunca bolluğun içerisinde bizi kısıtlayan yokluk bilincinde demirlenmemize sebep olan kısıtlayıcılığımız, prangalarımız kelimelerimiz ve onu kullandığımız alanlarımız değildir de nedir?

Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar. (Goethe)

Daima kendinizin ve bütününüzün çözümlerinde yer almayı hatırlayın.. en çok neyi konuşursak onun bir parçası oluruz.

Her nefeste her seste yaşamınızın her yeni günde bir öncekinden daha fazla sağlık sıhhat bolluk ve neşe içerisinde geçmesi dileklerimle..."

Dost...


Dostluk; dost dediğiniz en değer verdiğiniz kişinin her şeyini tüm ayrıntılarıyla bilmenizi gerektirmez, kendinizle ilgili de ayrıntı vermeniz demek değildir.

Dostum dediğiniz en değer verdiğinizdir, sevincinizi hüznünüzü en iyi paylaştığınız kişidir.

Her gün birkaç defa aranılan ya da haftada birkaç sefer aranılan da değildir dost. Belki uzun bir süre aramazsınız o da sizi aramaz, hiç beklemediğiniz zamanda arayıp dertleşmek istediğinde ya da siz onun beklemediği bir anda arayıp hatır sormak dertleşmek istediğinizde içtenlikle cevap verebilen dinleyen hüznüne ya da sevincine ortak olup yol göstermeye çalışandır Dost.

Dostluk; yardıma ihtiyaç duyulduğunda ilk koşan kişi olmayı gerektirir. Siz o ilk kişilerden misiniz? Sizin yardımıza koşan ilk kimdir? Her durumda hesapsız yanında olabilmek… Dostluk budur işte…

Sözün özü;

Kötü gün kapınızı çaldığında sizinle birlikte kapıya bakabilendir DOST….

Sağlığımız için paylaşalım...

Sevgili ASLIHAN DURAN arkadaşımıza ait http://urfatutkunu.blogspot.com/ 'dan alıntıdır. Ben uzun yıllardır Erpiliç'in lezzetli tavuklarını tercih ettiğim ve arada marketlerden değişik markalarda tavuk paketleri aldığım oluyor fakat genelde hayal kırıklığına uğradığım için bu çok önemli konuyu blogumda da sizlerle paylaşmak istedim. Verdiği değerli bilgiler için başta Aslıhan Hanım'a ve diğer blogcanlarıma çok teşekkürler:) Sağlığımız için doğru olan gıdaları seçmeliyiz!


"Arkadaşlar geçtiğimiz aylarda Erpiliç'in Göynük tesislerini gezdim. Yanımda iki de Gıda Mühendisi arkadaşım vardı. Gözlemlerimi ve gezi notlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Öncelikle şunu söylemek isterim ki bir makina mühendisi olarak çok fabrika gezdim. Ancak (PİS İŞ YAPTIĞI HÂLDE) bu kadar hijyenik ve sistemli bir fabrika daha evvel hiç görmedim. Girmeden önce hepimize bone, maske, beyaz çizme ve beyaz kap (kısa manto) giydirdiler. Ellerimizi ve ayaklarımızı iki-üç çeşit dezenfektana soktuk. eğer sokmazsanız, turnike açılmıyor ve fabrikaya giremiyorsunuz. Et Balık Kurumuna satmak için alınan 20 civcivle başlayan çalışmalar, et balık özelleşince Erpiliç'in kendi kesimhanesini kurması ile devam eder ve ardından da büyüme gelir. Şu an biri Göynük'te (günlük 300.000 tavuk kesim kapasiteli) biri Bolu merkezde olmak üzere iki kesimhanesi vardır. Kurucusu, ülkede ilk 500den 150. iş adamı olan, ama sokakta lastik giyen köylü Mehmet ağa durumundaki mütevazi bir amcadır.

Tavuk yetiştiricileri yem kullanırlar ve bu yemde hayvan kemiği tozu kullanılması şarttır. Bu yemler yurtdışından gelir ve içinde hangi hayvanın kemiği var bilemezsiniz. Çünkü ülkemize girişte bir kontrol ya da ciddi bir ceza uygulaması yoktur. Dolayısıyla domuz kemiği olma ihtimali de var. Erpiliç kendi entegre yem tesisini kurmuştur ve yemi üretirken sadece tavuk kemiği kullanılmaktadır.

Tüm üreticiler tavuğa antibiyotik verirler. Erpiliç antibiyotik verimini kesimden 3 gün önce bırakır. %5-10 arası kayıpları oluyormuş bu yüzden . Ama bırakmazsa mundar olur tavuklar. Köylerde bile kesimden 3 gün önce kafese kapatılır ki fıkhi olarak temizlensin diye. Çünkü tavuk her bulduğunu yer. Belki akrep yedi. Antibiyotikli tavuğun paketini açtığınızda zaten tavuk eczane gibi kokar, farketmişsinizdir mutlaka marketten alınan tavuklarda.

Tavuğu kesmeden önce bayıltıcı elektirk veriyorlar. Tavuğu banttan çıkarıp yere geri bırakırsan 60-90 sn arası dirilmesi lazım. Ama bazı firmalar elk ile öldürüyor. Bu durumda hayvan mundar olur. Bu elektriği vermelerinin nedeni tavuğun çırpınarak banttan çıkmaması için.

Erpiliç'te tavuklar elle tek tek kesiliyor. Basında çok tartışılan Erpiliç kesim bıçaklarında Bismillahi Allahuekber yazıyor. Kesim için özel yaptırılmış İsviçre bıçakları bunlar. Ve sadece şah damarı kesiliyor kurbandaki gibi. Kafası koparılmıyor mundar olmasın diye. Kesimhane de dahil her yeri gezdim. Hakikaten böyle olduğunu gördüm.

Tavuk vücut ısısı normalde 42 derece. Kesilince tavuk ölüyor ama hücreleri ölmüyor. Bu nedenle büzüşüyor. Eğer keser kesmez yolmazsanız büzüşmeden dolayı yolarken derisi de kopar. Ayrıca günde 300bin tavuk kesiliyor ve elle yolunması mümkün değil. Bu nedenle tavuğu 52 derece suya sokuyorlar. Böylece vucut ısısı 42 derece oluyor ve makina yoluyor. Fabrikaya bir çok uzman getirtmişler. En son Hayrettin Karaman da gelmiş. Ve hepsi caizlik konusunda onay vermişler. Ama diğer bazı firmalar 53-54 derecede suya batırıyor. Bu durum caiz olmuyormuş. Kuru yolum teknolojisi de dünyada yok. Seri üretimde kuru yolum yaptım diyen yalan söyler deniyor, takdir edersiniz ki 300.000 tavuk az bir rakam değil.

Tavuğa klor verilmesi mecburiymiş, gıda mühendisleri bu konuyu daha iyi kavradılar. Ben neden mecbur olduğunu çok aklımda tutamadım. Her firma veriyormuş zaten mecburi olduğu için. Erpiliçte de veriliyor ama bunlar gaz klor kullanıyorlar. Diğer firmalar sıvı klor kullanıyor. Tavuğun rengi beyaz olursa makbul değildir. Klordandır o beyazlık. Sıvı klor tavukta gömülü kalır. Ama bunlar gaz kullanınca, işini bitiren gaz ortamı terkeder fizik kanunları gereğince. Tavuğun gerçek rengi, elimize baktığımızda gördüğümüz renkmiş. Bunu geçen gün bir organik gıda uzmanı da söyledi tv'de. Marketten aldığımız bazı tavuklar karbeyaz. Meğer sıvı klor nedeniyle böyleymiş.

Erpiliç'te iki çeşit kasalama sistemi var. Beyaz kasalar yere konuyor. İçine kesinlikle bişey konmaz. Mavi kasalar onun üstüne konuyor. Tavuk da bunun yani mavinin içine konuyor. Böylece tavuk asla yere konmamış oluyor.

Her çalışanda işine uygun kıyafet var. Buzdolabı bölümünde çalışanlar var. Ona göre korumalı giyiniyorlar. Çalışan memnuniyetine baya önem verdiklerini gözlemledim.

Tavuğun iç organlarını çıkaran bir makina var. Son teknoloji. Parçalamadan tümden çıkarıyor. Pislik necaset tavuğa bulaşmıyor yani. Bir veteriner var. Tek tek kontrol ediyor iç organları. Hastalık varsa derhal müdahale etmek için. Ayrıca bu iç organ sıyırma makinasının ucu, bir tavuğun organlarını çıkardıktan sonra tekrar yerine giriyor ve içeride otomatik olarak dezenfekte edilip ikinci tavuğa sıfır uçmuş gibi giriyor. Nedeni, ilk tavukta hastalık varsa, ikinciye bulaşmasın diye. Gerçekten insan sağlığı ve İslam adına her şey düşünülmüş. Hayran kaldım gezerken.

Tavuk şoklama odaları var. Raf ömrü bir yıl olan ürünleri burada tutuyorlar. Eğer taze ürünü böyle şoklamazlarsa raf ömrü bu kadar uzun olamaz. Ama bizler evde aldığımız ürünü dondurucuya atsak da şoklanmış olmuyor. Bakteri oluşabiliyor ve besin değeri de kalmıyor.

Bir tavukta 200gr kan olur. Erpiliç kanı akıtıyor kesince (Gerçekten de yaptıkları giderin içi kandan bir dere gibiydi). Ancak diğer firmalar akıtmıyor. Bir tavukta 200 gr kan olunca günde 300bin tavuktan 60 ton eder. Bu korkunç bir rakam . İnsanlar bu kiloyu saklamaya çalışıyorlar. Kanı akmamış tavuğun kanları kılcal damarlarında kalıyor. Ve bu tavuğun rengi morumsu olur. Bize de denk gelmişti marketten, neden mor diye düşünüyorduk. Meğer sebep buymuş.

İçinden ped çıkan tavuklar var. Firmalar pedi suya batırıp koyuyorlar ve böylece ağır çekiyor. Bir tane ıslatılmış ped 50 gram olsa 50*300 000= 15 ton eder. Tüketici bunu kabullenirse üretici de yapar tabi. Ama erpilicin sadece tabaklı bagetinde var ki o da suyunu salıyor. O nedenle. Geçenlerde annem marketten yanlışlıkla farklı bir marka tavuk almış ne yazık ki. Markayı söylemeyeyim, gıybet olmasın. Tavuğun altından çıkan poliüretan tabak resmen kurşun gibiydi. Tabakta özel delikler vardı ve bu deliklerden de su girmiş tabağa. Hayatımda hiç öyle bir poliüretan görmemiştim. Kuş gibi olması gerekirken baya bir ağırdı. Firmaya maille şikayet ettim durumu ve saçma sapan bir cevap yolladılar. Yani firmalar böyle oyunlara ne yazık ki başvuruyorlar gerçekten.

Gezide gıda mühendisi arkadaşlarla tartıştığımız bir kaç farklı konuyu da sunayım:

*Sarellelerde (daha doğrusu kakaolu fındıklı kremalarında) yağ tutucu kullanılıyor. Bu nedenle yağı dışarı çıkmıyor. Yağ tutucular çok tehlikeli ve kanserojendir. Uzak durmakta fayda var.

*Çikolatalar eskiden erirdi şimdi erimiyor. Çünkü onlarda da yağ tutucular var. Trans yağlar var. Ki çok tehlikeli. "Nebati yağ" demek margarindir. Kesinlikle uzak durun margarinden. Direk yemesek bile bisküvi çikolatada yiyoruz. İçindekileri okuyup nebati yağ değil kakao yağı yazıyorsa alalım. Zekaya asıl faydalı olan kakao yağıdır. Trans yağ ise genetiği değiştirilmiş ürün demektir. Kesinlikle uzak durun. Kanserojen ve tehlikelidir.

*Salam ve sosisten kesinlikle uzak durun. Nerde sölpük (işe yaramayan-atılacak) et var ondan yaparlar. Baharatlanmış tavukları almayın. Günü geçiyorsa baharatla kapatmaya çalışmış olabilirler.

*Sucukta da güvenilirlik şart. Çok baharatlı çünkü. Ve baharat çok güzel bir kusur örtücüdür.

ARKADAŞLAR,

Erpiliç babamın firması değil. Ama beni yakın tanıyanlarınız bilirler ki gıda güvenilirliğine azami dikkat etmeye çalışırım. Zira "haram" vücuda girdi mi, insanoğlunda bozulmalar başlar. Ben fabrikayı gezdim gördüm. İçim kanaat etti. Şimdi Erpiliç harici hiç bir markadan tavuk almıyorum. Lütfen yediklerimizin sağlıklı ve caiz olduğuna dikkat edelim. Yazımı isterseniz sayfanızda paylaşabilirsiniz.

ASLIHAN DURAN"

10 Şubat 2010 Çarşamba

Kısa, Güzel Bir Öykü...

Günaydın herkese, dün iki arkadaşımdan kısa bir öyküyle ilgili mail almıştım, aynı maili sabah başka bir arkadaşımın daha gönderdiğini görünce her seferinde beğenerek okuduğum bu güzel alıntıyı sizlerle de paylaşmak istedim. Henüz okuyamayanlar vardır, ama mutlaka okunmalıdır diyerek...

Bu arada blogumdaki alıntıları iş, özel ve diğer paylaşım sitelerindeki mail adreslerime gelen mesajlardan sizlerle paylaşıyorum, yani şu ana kadar hiç kimsenin blogundan yazı vs. almadığım gibi, diğerlerini de kime ait olduğunu biliyorsam sahiplerine haber vererek ve sayfamda teşekkür ederek yayınlıyorum, eğer sahiplerini bilmiyorsam tırnak içinde ya da en altına -Alıntı- yazarak sayfamda yer veriyorum. Bunda da hiç bir sorun yok bence; okumaktan zevk alınan ve hepimizin zihnine bir değer yükleyen yazılardan kimse mahsur kalmasın istiyorum. Fakat emeğe saygısızlık edip, nereden geldiğini belirtmeyen her şeyi kendininmiş gibi yayınlayan kişileri de blogum aracılığıyla uyarıyorum. Buna hakkınız yok bilesiniz!!!

Konuyu daha fazla gerginleştirmeden manidar alıntımıza geçelim;


Elimde kocaman bir elma şekeri, kan kırmızı. Dışı şekerden ya içi de öyle olsa diye mırıldandım kendime. Ulu Cami'nin yanındaki küçük pencereli büfenin önünde nice şekerler vardı benim olmayan. Bir ân dalmışım var gücümle dişledim şekerimi. Sonra bir burukluk, bir hayal kırıklığı… O da ne? Yoksa bu şekerin içi de dışı gibi tatlı değil miymiş, sadece bu kadarcık mıymış? Hemen mi bitecekmiş tatlı kısmı? Bir elmaya baktım, bir tatlısına, bir de diş izlerime. “Kandırıldım!” diye bağırdım; geçtim büfecinin karşısına. “Bana yalancı şeker satmışsın!” dedim. “Önce heveslendirip sonra hayallerimi yıktın.”

Bir yandan ağlamayla karışık bağırıyordum, bir yandan ha şimdi kızdı, ha şimdi kızacak diye buruşuk simâsına bakıyordum şekerci ihtiyarın. Neden kızmadı anlayamadım. Galiba ben haklıydım. Öyleyse biraz daha bağırmalıydım. Bağırdım da. Kısa pantolonumun cebindeki bozuklukları yerlere saçtım. Adamakıllı bir yaygara çıkardım; “Ya paramı isterim ya da her tarafı şeker olan elmamı.” Ne yapsam kızmıyordu ihtiyar. Tepinirken göz ucuyla iki yanımı süzdüm, bana bakıyorlardı. Utandım, yerden kalktım, toparlandım; ama gözüm hâlâ ihtiyarda.

Kızdıramamıştım ihtiyarı, öcümü alamamıştım. Hiç olmazsa bir cevap verseydi. Bekliyordum. Kaşlarımın altından tekrar süzdüm simâsını. Hani gözlerim ateş saçıyordu ya, aklımca yakacaktım şekerciyi. Gülümsüyordu, eliyle işaret etti, içeri girdim. “Otur bakalım.” dedi. “Ali’ydi değil mi?”.
“Evet, Ali.” dedim.
“Ne için bu kadar üzüldüğünü biliyor musun?” diye sordu. “Bana kazık attın. Dışı tatlı şekermiş; ama içi bildiğimiz yavan elmaymış.” dedim. Bembeyaz dişleriyle tekrar gülümsedi. “Ben elli yıldır aldanırım böyle şekerlere.” dedi. Bir anda hayâlimde elinde elma şekeriyle koskoca ihtiyar belirince kıkırdamaya başladım. “Nasıl?” dedim ağzımı doldura doldura. Anlattı:

—İnsan tat aldığı ve sevdiği şeye öyle bir bağlanır ki âdeta ona yapışır; ama ya kendi ömrü kısadır arkada bırakır,
ya lezzetinin ömrü yetmez biter gider, seni yüz üstü bırakır. Böyle yapışmış bir kalbi, lezzetinden ayırmak için ya yırtmak ya parçalamak gerekir. Şâhidim evlât, çok acıtıyor. İşte ben elli yıldır bu biten şekerlerin acısıyla yaşıyorum.

—İyi de bana ne, sen beni kandırdın, şimdi de aklımı karıştırıyorsun, diye çıkıştım. Bana tezgâhın üzerinde şekere batırılmayı bekleyen elmaları gösterdi.
—Al bir tane, dedi. En kırmızısını aldım, ısırdım.

—Şimdi tadına iyice bak lezzetini tam almaya çalış diyerek üsteledi.

Gerçekten de dişlediğim elma çok lezzetliydi. Elmanın lezzetiyle kendimden geçerken,

— Şimdi dedi, onu bırak, şu şekerlenmişlerin tadına bak.
Bir tanesini aldım, ısırdım. Şekerin tadı bütün damağımı bir ânda kapladı. Bu sırada tekrar diğerini gösterdi. Isırdım ama eski lezzeti kaybolmuştu. Yüzümdeki çizgilerden hissettiklerimi okuyan ihtiyar,

—Dinle Ali dedi, eğer sen şekere talipsen, dünyadaki bütün elmaların ve diğer güzel meyvelerin lezzetlerini unut. Eğer elmaya talipsen, bir daha seni çabucak terk edecek lezzetlere fazla değer verme. Çünkü bunlar bir lokma yedirir, bin tokat vurur adama.

—Ne yani, hiç elma şekeri yemeyecek miyim?

—Yiyeceksin tabi, hem de ne elma şekerleri. Hayatında elmaya niyet edip nasibine şeker düşerse mutlu olursun; şekeri niyet edip her şeyi dişlersen ömür boyu bugünkü gibi ağlamaya mahkûmsun.

Düşündüm, galiba ihtiyar haklıydı. Yerimden zıpladım, yere saçtığım paralarımı toplayıp, cebime koydum. Bana iyi bir ders olmuştu. Artık eğlenmek için çizgi filmlere, bilgisayarlara ihtiyaç duymuyordum, sevinmek için de öyle pahalı hediyelere ihtiyacım yoktu. Çünkü artık dünyaya bakan gözlüklerim değişmişti. Dünya artık siyah-beyaz değil benim için, rengârenkti. Şimdi büyüdüm bir sürü elma şekerim var ve mutluyum, çünkü artık bir tekerlemem var:

“Elmasına can feda, şekerine beş para.”

9 Şubat 2010 Salı

Mutluluğun resmini çiziyorduk...



Pazartesi akşamını anlatayım derken, hafta sonunu atladığımı farkettim. Önce Perşembe gününün bol trafikli Tem çilesine katlandık, sevdiğimiz güzel müzikleri mırıldanarak... Sonra Çengelköy-Beykoz hattının muhteşem manzarası eşliğinde gideceğimiz mekanı kararlaştırdık. Zira 04 Şubat eşimin doğum günüydü. İşyerinden yarım saat erken çıkıp, Boğaz'da güzel bir yemek ısmarlamıştım kendisine... Güzeldi herşey MAŞALLAH;
"NİCE DOĞUM GÜNLERİNDE HEP YANIMDA OL" diyen bir ses için değerdi. Yaz olsaydı Bosphorus Palace Restaurant'ın sahil kıyısındaki masalarını tercih edecektik fakat hava buz gibi olunca kapalı restaurant ortamını seçtik. Boğaziçi'nin hemen kıyısında, mum ışığı ve dalgaların sesi eşliğinde yemek keyfini bahara erteleyerek eşime sevgiyle beraber olacağımız mutlu, sağlıklı bir ömür diliyorum bir kez daha blogumdan:))

Cumartesi'ye dönersek annemle güzel bir kahvaltı ve bıcırık yeğenimle oyunlar oynadıktan sonra günü market alışverişiyle tamamlayıp, akşamına da sizinle paylaştığım üzere pratik bir yemek sofrası hikayem vardı. Pazar günü, kızımın okul heyecanı, evle ilgili işler, yemek bekleyenler derken biraz keyifsizleşmiştim. Eşim de bütün efektleri açmış bir şekilde Nefes'in DVD'sini izliyordu, kanasın sesi içimi sızlattı resmen:( Defalarca izlemesine rağmen aynı sahneleri sar makarayı sar sar sar modunda izlemesi yordu beni desem yalan olmaz. Bu can sıkıntısıyla ne yapabilirim diye düşündüm bir an; ama kendim için... Önce biraz kitap okudum yok olmadı dergilere, broşürlere falan baktım. Sonra da hadi ben kuaföre gidiyorum dedim:)) Ses 32'den birden düşürüldü ve "Tamam, gelirken ekmek almayı unutmaaa" diye tembihlendi Pazar keyfi yapan eş tarafından... Yorum yok siz anladınız:)) Hızla kuaföre ulaştığımda cesaret edipte bir türlü değiştiremediğim saç rengime yine dokunmayıp önce boyunu biraz kısalttırdım, sonrasında radikal bir karar vererek önlerini kahkül kestirdim. Fön çekildikten sonra da doğrusu çok beğendim. Eh yavaş yavaş değiştireceğim işte... Önce kesim sonra renk çikolata kahveye dönecek inşallah. Sindire sindire...

Eve gittiğimde kızım bayıldı, babasıysa başka biri gibisin sanki deyip durdu bir süre. Yok canım o kadar da değil, sadece biraz daha sevimli olmuş dedim. O hala arada bakıp "çok yakışmış çok güzell, ama gözüm hala alışamadı diye bakıyorum, kahküllü aşkım beniiim" diyordu:)) Eeee kolay değil ilk tanıştığımızda ışıl ışıl uzun ve düz saçlarıma vurulmuştu. Geçen yıllarda rengi açık kumraldan kızıla dönüp, boyu biraz kısalsa da saç şeklimde çok fazla değişiklik yapmayışıma alışmış olacak ki şimdi en ufak bir dokunuşu garipsiyor. Yine de övgüleri toplamak iyi geldi. Arada değişiklik iyidir, aslında hep yapmak lazım. Miniciği bile nasıl farkediliyor değil mi?
Önce kendiniz için hoş bir şeyler yapın sonra motivasyon zincirini takip edin derim.

Acıkan ev ahalisi için keyifle hazırlayıverdiğim sofradan önce, yeni saç şeklimden 1-2 poz almayı da ihmal etmedim anı olması açısından ama eşim eklediğim resimleri çok güzel bulduğu için blogumdan kaldırmamı istedi üzgünüm...

Mutluluğun resmini çiziyorduk

Dışarıda kar...
Ama kuzine içten içe öyle yanıyor ki.
Kuzinenin üzerinde demir maşa...
Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri.
Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu...
Sucuk lükstü.
Yumurta lezzetli.
Ekmek her zaman ekmek gibi...
Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış ve fakat alışveriş merkezlerinin restoran katlarında, boğucu bir gürültü ve havasızlık içinde hamburger keyfine fit olmuş çocuklar ve gençler için ben ne kadar yaşlıyım...

Dışarıda kar...
İçeride kanaat...
İçeride huzur...

Televizyon yoktu.
Gazete de her zaman olmazdı.
Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç!
Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusuna râm olurduk.
Kestane közlemek bütün bir gecenin mutluluğuydu.
Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine, geniş ve besleyici bir masal dünyası...

Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi?
Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi, sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı.
Çay da kokardı...
Domates de...
Bütün bu nefasete, küçücük bir bakkal dükkânının zenginliği yetiyordu.

Dışarıda kar...
İçeride huzur...
Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda...
Ne güzel cahildik.
Mutluluğun resmini çiziyorduk...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Güzel bir hafta olsun, hepimiz için:)


Böyle diyormuş burcum ama çoğu nedense uymuyor... Carrefour'da gezerken çekmiştim bu resmi; yükselenimden mi kaynaklanıyor nedir, bir kısmı dışında en belirgin aslan özelliklerini taşıyasım gelmiyor. Hem Pazar gününü değil, Cuma ya da Cumartesilerini çok severim:))

Bunlarda akşamın lezzetleri; Köfteci Ramiz ve Kemalpaşa tatlısı. Okulun ilk gününe özel şevk versin istedik. Tereyağlı pide ve karışık salata tabağını fotoğraflayamadım ama tadı nefiss... Herbirini ayrı ayrı tavsiye ederim.




Bütün yavrularımıza yeni eğitim-öğretim yılında başarılar diliyorum. Bunlarda önerilerim, sevgiler...

6 Şubat 2010 Cumartesi

Malum, zamanı iyi kullanmak gerek... En pratiğindenn:))


PORTAKALLI KEK

Malzemeler

2 yumurta
1,5 su bardağı şeker
1 su bardağı süt
1 paket vanilya
125 ml margarin veya yarım bardak sıvı yağ
Alabildiği kadar Sinangil Kek un

Yapılışı

Şeker, süt ve yumurtaları karamalize oluncaya kadar iyice karıştırıyoruz. Alabildiğince unu, vanilyayı, rendelenmiş portakal kabuklarını ve yağı katarak akıcı kek kıvamına ulaşıyoruz. Yağladığımız Eternity kek kalıbımıza döküp 180 derecede 40-45 dakika pişiriyoruz. Fırından alıp soğuttuktan sonra dilimleyerek bu süper lezzeti servise sunuyoruz.



Hazır Yufkadan Pratik Mantı


Malzemeler

3 adet yufka
1 adet yumurta
Göz kararı süt ve sıvı yağ
1 adet soğan
1 adet domates
250 gr kıyma
1 adet sivri biber
Pul biber, karabiber, tuz
2 kaşık yağ, yarım kaşık salça
Yarım bardak sıcak et suyu
Sarmısaklı yoğurt

Yapılışı

Öncelikle her zamanki kıymalı iç harcımızı hazırlayıp ılınmaya bırakıyoruz. Yufkayı ıslatmak için bir kasede süt, sıvıyağ ve yumurtamızı çırpıyoruz. Yarıya böldüğümüz yufkaların yuvarlak kısmını bu harçla ıslatıyoruz ve geniş kısmına kıymalı harcımızı yayıyoruz. Kare tepsiye düzgün bir şekilde yufkalarımızı yanyana yerleştirip kalan sütlü karışımımızı üzerine sürerek küçük küçük dilimler halinde kesip sıcak fırına atıyoruz. (Böylelikle yerken daha kolay oluyor) Mantı kıvamında yumuşaklık için; piştikten sonra fırından çıkarıp üzerine sıcak et suyu veya normal sıcak su gezdiriyoruz. Servis tabağımıza alıp sarmısaklı yoğurdumuzu, tereyağı, pul biber ve biber salçasıyla kavurduğumuz sosumuzu döküp, afiyetle yiyoruz.


Güzel bir çoban salata ve soslu kalamar tava ile de soframızı renklendiriyoruz.

Kalamar tava tarifi için Serapla Turuncu Lezzetler'e teşekkürler:)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Canavar hikayelerini bırak, içindeki sesi, kendini dinle!..


"Kimin hayatını yaşıyorsun sen? Kendininkini mi? Öyle mi?
Hep mi? Dursan baksan şimdi ne kadar kaldın bu hayatta? Kendinde ne kadar sen varsın? Dursan baksan şimdi, kendini ikna ede ede ne kadar yol gittin kendinden? "olması gereken bu" diye, "Hayatın zaten pek fazla numarası yok"? "Zaten daha ne olacaktı?" diye... "Burası iyi, güvenli" diye diye...

Ne kadar yol gittin kendinden hikayeler anlata anlata? Düşünsene, o hikayelerle ne kadar çok zaman oyalandın aslında başkasının olan hayatlarda? Oysa bi gün...
Kendine geri yürüyeceksin. Bu yüzden dikkat et de fazla uzaklara gidip geri dönüş yolunu kaybetmeyesin.

Beyaz çakıllar bırak...

Dikkat et. Bir gün geri dönüş yolu için kendine beyaz çakıl taşları bırak mümkünse. Çünkü sonra dönüp geriye baktığında kendine geri giden yolu hiç bulamayabilirsin. Yerini yönünü şaşırıp, ormanda çöküp kalmış çocuk gibi etrafında çoğalan seslerden korkabilirsin.

Bir gün, söylüyorum sana, büyük bir sarsıntıyla kendini bir vitrin camında göreceksin. İnsanlar gelip geçecek arkandan, hayat arkada akmaya devam edecek. Sen donakalacaksın.

Elinde çantan olacak belki, çantana şaşıracaksın. Üzerindeki paltoyu kim yapıştırdı sana, bu atkıyı kim sardı boynuna? Bu yüze çizgileri hangi kayıp zamanlar çizdi? Sen orada mıydın o zaman?

"Bütün bunlar oldu mu?" diye şaşıp öylece vitrin camında eskidenki bir halini göreceksin. Kendini ne kadar özlemiş olduğunu düşünüp öylece, arkadan insanlar akarken, yollar geçerken arkandan, içinde çekirdeğin burularak, bir gün söylüyorum sana, kendine geri dönmekten başka bir çaren olmadığını göreceksin.

"Bedeli neyse ne!" diyeceksin. "Kim üzülürse üzülsün!" diyeceksin "Olacaksa olsun bütün ayıplar". İnsan ancak yeniden canlanınca anlar ne kadar cansızlaştığını. Yeniden kıpırdamaya başlayınca damarın anlarsın o ana kadar kendini uyuttuğunu. Yaşamaktan başka ne varsa onları yapıyor olduğunu.

İşte tam o zaman önünde derin, dibi görünmeyen bir uçurum açılacak. Sen eğer o yardan aşağıya atlamazsan en derin karanlıklardan daha karasına gömülecek gibi hissedeceksin kendini.

Artık bu hayat, bu başkasının olan, yakanı paçanı bıraksın, o uçurumun dibinde en beter cehennem olsa da atlayayım isteyeceksin. İşte böylece tuhaf bir yanılsamayla, kendinden binlerce hayat mili uzaklaşmış olsan da, tuhaftır hakikaten bu yanılsama, bir anda kendine geri döneceksin. Kalbin yeniden sana ait olacak o zaman, ellerin sana geri gelecek ve bu çanta, bu palto senin üzerindeki bir şaka gibi duracak.

Hiç korkma, oldu mu? Çünkü hayat, kendini hayattan geri alanın önünde eğilir sadece. Gerisi sadece ödüldür. Ancak kendi kendine kavuşan insan geceleri köpeklerin saldırısına uğramadan uyur. Yatakların altından canavarlar gider bir anda, evler ferahlar, sokaklar kıvırıla kıvrıla gıdıklar yeryüzünü. Yatakların altından canavarlar temizlenir, bir kere daha söyleyeyim.

Korkuları yenebilmek

Sana ne diyeceğim biliyor musun? Anladım ben bütün o masallarda neden canavarları öldüren bir garibana verdikleri prensesleri. Çünkü ancak korkuları öldürenler hak ediyor, o güzel kızları, kraliyet sofralarını, o sonsuz şölenleri. Ancak canavarları öldürenler ispatlıyor insanlara yeniden, korkuların yenilebileceğini.

Onlar işte, insanlığın aradığında bulacağı geri dönüş yollarındaki, beyaz, parlak, küçük çakıl taşları gibi duruyorlar. Her gün aslında onlar ve her gece, sana, bana, diğerlerine herkesin kendine ait olabileceğini, herkesin sadece kendine ait olduğunu söylüyorlar. Ah! ne güzel oluyor o zaman. Ne güzel oluyor uyandığın ilk sabah..."

2 Şubat 2010 Salı

iş, güç, ondan, bundan...

Farkındayım bu aralar pek yazamıyorum ama inanılmaz bir yoğunluk sözkonusu; Yıl sonu raporlamaları son sürat devam ediyor, aylık rutin işlerin yanısıra...

Nispeten daha sakin günlerden birinde katıldığım KPMG seminerinden kareleri paylaşmak istedim. Çalışmaktan zevk aldığım eski şirketimin genel müdür yardımcısı ve mali işler müdürü'yle karşılaşmış, hoş sohbetli güzel bir öğle yemeği fırsatı da bulabilmiştim.



Zaman 12 Ocak 2010, mekan Ritz-Carlton Istanbul...


İş güç nasıl gidiyor onu konuşuyoruz, sohbet koyu:)) Yoğunluk orada da aynen devam ediyormuş hatta farklı iş alanlarına da girdikleri için artmış diyor Tunç Bey, cep telefonunu kıpır kıpır oynatırken:) Eh biz de konuşmaya devam ediyoruz...


Hazır söz eski şirketlerden açılmışken yine çoook severek çalıştığım 4 yıl emeğimi bir kalemde sildiğim ilaç firmasıyla ilgili sürpriz bir haber aldım. Sevdiğim bir arkadaşım Mali İşler Müdürü pozisyonuna getirilmiş, SMMM belgesini de almıştı yakın zaman önce Kezbancığım; hemen arayıp tebrik ettim tabii, ne güzell, gurur verici... Yıllarca çalışıp emeğinin karşılığını alabilmek; ne mutlu, darısı başımıza inşallah:) En son PWC'ın çember platformunda biraraya gelebilmiştik, özlemişiz de... Önce "OOooo Dilek Hanım nerelerdesin, görüşemiyoruz? Sesini bile duyamaz olduk..."'la başlayan serzenişine gülümseyişi eşlik ediyordu sonra "çok naziksin canım benim, çok teşekkür ederim" diyerek sevincini paylaştı sağolsun. Kendisine yeni görevinde tekrar başarılar diliyorum...

Zamansızlıktan dost dostla görüşemez oldu, her şey teknolojik haberleşmeye dönüştü ne yazık ki... Böyle seminerler, buluşma platformları da olmasa eski dostlarla buluşmak için, hatta konuşmak için sürpriz haberleri bekler olacağız:)

1 Şubat 2010 Pazartesi

ANNE KEDİ: Et Dürüm

ANNE KEDİ: Et Dürüm

Hazır karnım acıkmışkenn, hımmm nefisss:) Ellerine sağlık canım, afiyet olsun. Sevgiler..

Hafta sonu tatili yetmeyenlere...