25 Kasım 2009 Çarşamba

Farkındalıklarımızı artıralım...


Farkında olmalı insan, Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı.

Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen.

Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli. Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.

Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.

Henüz bebekken 'Dünya benim!' dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,ölürken de aynı avuçların 'her şeyi bırakıp gidiyorum işte!' dercesine apaçık kaldığını fark etmeli. Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.

Baskın yeteneğini fark etmeli sonra. Azrail'in her an sürpriz yapabileceğini, nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan. Hayvanların yolda , kaldırımda , çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli. Yaratılmışların en güzeli olduğunu fark etmeli ve ona göre yaşamalı.

Gülün hemen dibindeki dikeni dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli. Evinde kedi, köpek beslediği halde çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.

Eşine 'seni çok seviyorum!' demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü fark etmeli.
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli. Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli. Annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını ve aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli, fark etmeliyiz çok geç olmadan….. Ömür dediğin üç gündür,dün geldi geçti yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür..

Farkındalıklarınızı, fark ettiğiniz bir Bayram geçirmeniz dileklerimle, sevgiler...

24 Kasım 2009 Salı

Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir!


Sınıf; öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor.

İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.

“Bakın” diyor. “Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli sey...”

Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor: “Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar”
Bir (0) daha... “Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz”.

Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek... disiplin... sevgi...


Eklenen her yeni (0)'ın kisiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca...

Sonra eline silgiyi alıp en başta ki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor.

Ve olayın yorumu:

“Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir!”

Bugün 24 Kasım


Sevgili Öğretmenlerimizin öğretmenler gününü minnetle kutluyorum. Bugünlere gelmemize sebep olan emektar öğretmenlerimize de sonsuz teşekkürlerimi, saygılarımı, sevgilerimi ve kucak dolusu öpücüklerimi yolluyorum.
İyi ki varsınız...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Leziz ve pratik iki tat...

Sinangil Limon Aromalı ve Hindistan Cevizli Kek

Malzemeler: Limon kabuğu rendesi, vanilya, 1,5 su bardağı şeker, 2 yumurta, 1 çay bardağı mısırözü yağı, alabildiği kadar Sinangil limon aromalı un, kıvama göre 1 veya 1/2 bardak süt, yarım pakete yakın hindistan cevizi

Yapılışı: Yumurtaları kırıp, şekerle beraber karamelize hale gelene kadar çırpıyoruz. İçine süt, yağ, alabildiğince Sinangil limon aromalı un ve diğer malzemeleri katarak bolca karıştırıyoruz. Hamur çok sert olmayacak akıcı ve kolay karışır bir kıvamda olacak. Kekin yumuşacık olması için bu kıvam çok önemli. En son içine biraz da hindistan cevizi serperek karıştırıyoruz ve margarinle yağladığımız kek kalıbımıza kolayca döküyoruz. 180 derecelik fırında pişiriyoruz. Düz ve pürüzsüz bir bıçakla kekin ortasından tek seferde aşağıya kadar küçük bir kesi yaparak herhangi bir hamur yapışması var mı kontrol ederek pişip pişmediğini kolayca anlayabilirsiniz. Fırından çıkarıp soğumaya bırakın. Bir süre sonra kek kalıbını ters çevirip üzerine bolca hindistan cevizini serpin ve kekimiz servise hazıııırrr:)) İlk kez limon aromalı unla yapıyorum, nefis bir lezzet emin olun. Sinangil'e çok teşekkürler...

Sakızlı Muhallebi ve Patatesli Börek

Pazar günü yemekli misafirim olduğundan tatlıya çok vakit ayıramadım doğrusu, nedenini tarifte anlayacaksınız:)) Menüde Ezogelin Çorbası, Et Sote, Tereyağlı Pilav, Zeytinyağlı Pırasa, Şakşuka, Salata, Domates-biber turşusu, Sosisli Milföy, Limon aromalı hindistan cevizli kek, Patatesli börek ve Sakızlı Muhallebi vardı. Çoğunun tarifini biliyorsunuz ama muhallebiyi pratikliğinden dolayı yazmak istiyorum. Hem leziz hem çok hızlı hazırlayabileceğiniz güzel bir tatlı...

Malzemeler: 2 Paket Dr.Oetker Sakızlı Muhallebi, yaklaşık 1 Lt süt, 2 kaşık margarin(kıvamını koyulaştırmak için)

Yapılışı: Teflon bir tencereye önce sütü, ardından 2 paket muhallebi tozunu katıyoruz hızlı hızlı karışıtırıyoruz kıvamı sertleşmeye başlayınca margarini katıp iyice karıştırıyoruz. Hafif kaynadıktan sonra oval veya dikdörtgen bir kaba döküyoruz. Ilındıktan sonra üzerini streç filmle örtüp buzluğa yerleştiriyoruz. Birkaç saat sonra iyice sertleşen muhallebimizi alıp üzerini tarçınla dilediğimiz gibi süslüyoruz (Bizimkini kızım süsledi) ve dilim pasta keser gibi tabaklara alıp, servis ediyoruz. Kaşıkla yenilebilen güzel bir tat oluyor, emin olun. Çok soğuk sevmiyorum diyorsanız, buzluktan çıkardıktan sonra 10 dakika bekletebilirsiniz oda sıcaklığında, tamamen damak tadınıza bağlı... Afiyet olsun:))

19 Mayıs İstanbuldere-Sapanca gezimize ait doğa fotoğraflarımız











19 Kasım 2009 Perşembe

Hayat müşterekse bana yardımcı olmalısın her konuda!


Mümkün olduğunca bloguma bir şeyler yazmaya, sizlerin güzel sayfalarını ziyaret etmeye çalışıyorum fakat bu aralar biraz yoğunluk var, bu yüzden blogger'a istediğim vakti ayırabildiğimi de söyleyemeyeceğim, üzgünüm.

Her nedense bu yoğunluk artarak devam ediyor. Bugün öğle yemeği saati geldiğinde hemen yemeğe çıkamadım, bu da biraz can sıkıntısı yaptı ben de sanırım. 13,00 gibi gözümün önünden pofufuk pofuduk hamur kızartmaları ve çay geçmeye başladı anlayın nasıl acıktığımı:)) (Ahh vakit bulup bir yapabilsem:() Saat 13,30'a geliyordu ki dayanamayıp soluğu yemek salonunda aldım. Tabi canımın istediklerini değil daha hafif şeyler yedim. Bir bakıma iyi oldu aslında benim gibi iş yoğunluğundan geç saate kalan, çok sevdiğim bir arkadaşımla beraber yemek yedik. Kendisi yeni anne, Allah nazarlarsan saklasın yürümeye geçen bir oğluşu var. Sorumlulukları çok fazla...

Güzel bir sohbet eşliğinde yemeğimizi yerken bugünlerde kendimi hiiiç iyi hissetmediğimi, bir isteksizlik içinde olduğumu söyledim. Aynı şeyleri kendisininde hissettiğini söyledi. Herşeye koşturmak zorunda kaldığını, hem evde hem işte çok yorulduğunu söylüyordu. Aynen dedim başka bir şey demedim dinlediklerime... Havadan mıdır nedir bu halimiz, çözemedim. Ne yemek yapmak, ne çalışmak, ne yazı yazmak, ne de konuşmak içimizden gelmiyor çoğumuzun bu aralar; yorganı kafamıza çekelim uyuyalım istiyoruz. Çocuk okula gitti mi, beslenmesi hazır mı, kahvaltıydı, yemekti tamam mı, evin, eşin durumu iyi mi, bebeğin altı temiz mi, banyo yaptırmalı mı, alışveriş tamam mı, işler yetişecek mi......vs hiç bir şey düşünmeden sadece dinlenmek istiyoruz. Hani kocalarımız en ufak yorgunluklarında veya canını sıkan bir durumda "azıcık dinleneyim" deyip "yatak odasında biraz uzanayım da kendime geleyim" edasıyla ortamı terkederler ya, aynen biz de öyle yapmak istiyoruz. Ama her şey bize bakıyor, olmuyooorrrr...

Dolayısıyla herşeye yetişelim derken yavaş yavaş kendimizden vazgeçmeye başlıyoruz; kendimizi ihmal etmeye başlayınca da keyfimiz tabi ki kaçıyor. Herşeye daha soğuk bakıyoruz, bitkin gözlerle... Onca şeyi yüklenip bir süre sonra haa haaayy çok mutluyum hayatımda diye coşku saçamıyoruz elbet çevremize. Allaha şükür idare ediyoruz modunda, monoton yaşamın
notalarında savrulup gidiyoruz. Hatta niye suratın asık, hiç sesin çıkmıyor diye eleştirildiğimiz de olabiliyor...
Peki tamam, ne yapmalıyız? Hayır sadece biz bayanlar değil eşlerimizle beraber yapalım ne yapacaksak! Öyle yan gelip yatmakla olmuyor hayat, eşin iki burnu aktı diye "yatıp dinlenicem diyebiliyorsa" sen asacağın çamaşırı, çocuğun dersini, toplantısını, yarın ki kahvaltı sofrasını, akşam yemeğini düşünmemelisin.
Arada farklı şeylerle de renklendirelim bu güzel yaşamı ama eşlerimizden de her konuda destek gelsin artık lütfen... Onlarda insafa gelip, bir işin ucundan tutsunlar bir zahmet!
Her şeyi bayanlar yapsın diye beklemesinler, paylaşımda bulunmayı öğrensinler...
Belki o zaman daha hayat dolu olabiliriz, ışıltılı gözlerle bakabiliriz ne dersiniz?

14 Kasım 2009 Cumartesi

SU OLDUĞUNU DÜŞÜN...


"Her şey yerinde zamanında ve dozunda olmalı... Şimdi sen "su" olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok, tükenmez... İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın... Unutma; daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin... Gürültünün parçası olursun sadece!..

Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü; "Su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler... Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler; Onlar için en uygun olan ve kendi istedikleri zamanda... Sen, hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez...Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol ; Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!.. Sen bir su ol... Ama rahmet ol; afet değil! Su isen tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme; Sana "felaket" denmesin! Su isen bir bardağa sığabil ki; damarlara giresin!.. Su; yüce Tanrı'nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri... Ve suya benzediğini unutma! Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydalı, su gibi lüzumlu ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu da unutma. Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparıcı olabileceğini unutma... Unutma; Senin işin rahmet olmak, afet değil! Vadiler varken önünde ve ovalar varken yayılabileceğin; küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe... Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi...

Tercih elindeydi hep ve hep de "senin" ellerinde olacak... Ya tutmayı öğreneceksin dilini veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara! Ama yapman gereken şu değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini... Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin... Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın... Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin !.. Demeyeceksin; "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.." Demeyeceksin; "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.." Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil... Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavsan gördün mü hiç?..Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her yaratık gibi!

Hadi... Sen şimdi "su olduğunu" düşün, ve kendini "su gibi" hisset... Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı... Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla... Ama yine su gibi "bir küçük bardağın içine" sığdır ki kendini; girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver... Vazgeçilmez ol !.. "

Muammer Erkul

Bağlanmayacaksın 'Körü körüne'' O olmadan yaşayamam demeyeceksin...



Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya, ya da pembeye. Ya da cennete ait olacaksın. Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, hem de hep senin kalacakmış gibi hayat. İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne. `O olmazsa yaşayamam.` demeyeceksin. Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü. Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.

Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. Ve zaten genellikle o daha az sever seni, Senin O`nu sevdiğinden. Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem. Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini... Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin. Senin değillermiş gibi davranacaksın. Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.

Çok eşyan olmayacak mesela evinde. Paldır küldür yürüyebileceksin. İlle de bir şeyleri sahipleneceksen, çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.

Gökyüzünü sahipleneceksin, Güneşi, ayı, yıldızları... Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. `O benim.` diyeceksin. Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...

Mesela gökkuşağı senin olacak. İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın. Mesela turuncuya, ya da pembeye. Ya da cennete ait olacaksın. Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın. Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat. İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...
(Alıntıdır)

12 Kasım 2009 Perşembe

Allah Nasıl Misafir Edilir?


Musa Aleyhisselâmın ümmeti:

- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı.

«Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

Musa Aleyhisselâm:«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi. Allah (c.c.):

«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.

Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti.

Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:

- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi. İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:

- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.»

Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.

Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır. Allah cümlemizi razı olduğu kullardan eylesin. Amin.